UMUMÎ
AÇIKLAMA
Sıfat bahsi
Kelâm ilmine giren bir mevzudur. Bir başka ifade ile, İslâm'ın Allah inancı,
Allah hakkında bir kısım sıfatların varlığını kabul etmekle ortaya çıkar. Sıfata
inanılmazsa, o sıfatları taşıyan zât hakkında bilgi sahibi olunamaz. Çeşitli
dinlerdeki Allah inancının farklılıklar arzetmesi temelde Allah'a izâfe edilen
bu sıfat farklılıklarından ileri gelir. Hatta Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'le
Mûtezile fırkası arasındaki farklılık da sıfat meselesinde
düğümlenir.
Kelâmcılar,
İslâm'ın Allah inancını "Allah'ın yüce zâtı hakkında vacib olan kemâl
sıfatlarıyla beraber mümtenî olan noksan sıfatları bilip öylece itikat
eylemektir" diye tarif etmişlerdir. Bu açıdan Allah'ın başlıca üç çeşit sıfatı
vardır:
1- Vücud
Sıfatı: Bu, Allah'ın
varlığını ifade eder.
2- Selbî
Sıfatlar: Bunlar
mahlukatta bulunmayan sıfatları ifade eder. Bunlar Allah'a mahsus sıfatlardır.
Allah'ı mahlukattan herhangi birine şu veya bu şekilde benzetmemek için,
bunların mahlukatta olmadığını bilmek ve belirtmek gerekir. Bunu belirtmekten
maksad, Allah'ı tenzihtir, mahlukattan başka ve ayrı olduğunu beyandır.
Esasen selbetmek, ayırmak, soymak gibi ma'nâlara gelir.
Selbî sıfatlar
çoktur, hepsi sayılmaz. Başlıcaları zikeredilir, bunlar da
beştir.
*
Kıdem: Allah'ın
varlığının başlangıcı yok demektir. Zıddı hudûs' tur, sonradan olmak demektir,
bu ise mahlukun vasfıdır.
*
Beka: Allah'ın
varlığının sonu yok demektir. Zıddı fenâ'dır, son bulmak demektir, bu da mahluka
ait bir vasıftır.
* Muhalefetun
li'lhavadis: Allah'ın
sonradan meydana gelen şeylere yani mahlukata hiç bir surette benzememesi
demektir.
* Kıyam
binefsihî: "Varlığı kendi
zâtının gereğidir, var olmak için bir yaratıcıya, bir başka şeye muhtaç
değildir. Halbuki bütün mahluklar var olabilmek, varlığını devam ettirebilmek
için çok şeylere muhtaçtır.
*
Vahdaniyyet: Allah'ın zât,
sıfat ve fiillerinden biridir, tektir,
yardımcı, ortak vs.'si bulunmaz demektir. Zıddı kesrettir, çokluktur. O'nun
dışında her varlık mürekkeptir, Allah ise mürekkep değildir,
vahiddir.
Dikkat edersek
bu beş vasfın her biri Cenâb-ı Hakk'tan mahlukata olan benzerliklerireddetmekte,
Kur'an da ifade edilen "Onun bir benzeri yoktur" hükmünü tahkik
etmektedir.
3- Sübûtî
Sıfatlar: Bunlar
Allah'ın zâtında mevcut, zâtının gereği olan sıfatlardır. Yani Allah'ın
varlığını kabul edince, o sıfatları haiz olduğunu da kabul etmek gerekir. Allah
onlarsız düşünülemez. Bunlar hayat, ilim, irade, kudret, semî, basar, kelâm ve
tekvin'dir. Öyleyse Allah hayat sıfatıyla hayy'dir, diridir. İlim sıfatlarıyla
âlimdir; geçmişgelecek, uzakyakın, büyükküçük her şeyi bilir. İrade sıfatıyla
müriddir yani dilemek, istemek sahibidir. Kudret sıfatıyla kadîrdir, her
istediğini yapmaya gücü yeter, onda acz yoktur. Semî sıfatıyla işitir; basar
sıfatıyla görür; kelâm sıfatıyla konuşur ve
nihâyet tekvin sıfatıyla yaratır. Bu sıfatlar Allah hakkında vâcib
sıfatlardır, onlarsız Allah düşünülemez. Kur'an-ı Kerim bu sıfatlarla Allah'ı
tavsif eder. Bunlar Allah'ın zâtıyla birlikte vardır ve kadîmdir. Bunlarla
ilgili teferruat İslâm'daki itikadî mezhepleri ortaya çıkarmıştır. Hatta
hristiyanlıkyahudilik gibi semâvî ve -diğer- gayr-ı semâvî dinler ve bir kısım
felsefi sistemler arasındaki itikadî farklılıklar çoğunlukla Allah'a izafe
edilen bu sıfatlarla ilgilidir. Bir başka deyişle, İslâm itikadının
orijinallitesi bu sıfatlar mevzuundaki telakkisinde yatar. Müslümanların itikadî
bütünlüğe, imânî kemâle ermeleri bunları iyi bilmelerine bağlıdır. Bu sebeple
Allah'ın sıfatları bahsinin her müslümanca iyi hazmedilmesi, eksiksiz kavranması gerekir.
Sadedinde
olduğumuz bahiste, bu mevzuya giren sadece birkaç hadis vardır. Bunlar
vesilesiyle sunacağımız bazı açıklamaların konuyu bütünüyle kavramada eksik
kalacağı muhakkaktır, mutlaka bâzı kelâm kitaplarına müracaat etmek gerekli ve
zarûrîdir.[1]
ـ3482 ـ1ـ عن أبي موسى رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قامَ فِينَا
رسولُ اللّهِ # بِخَمْسِ كَلِمَاتٍ. فقَالَ: إنَّ اللّهَ تَعالى َ ينَامُ وََ
يَنْبَغِي لَهُ أنْ يَنَامَ. يُخْفِضُ الْقِسْطَ وَيَرْفَعُهُ وَيُرْفَعُ إلَيْهِ
عَمَلُ اللَّيْلِ قَبْلَ عَمَلِ النَّهَارِ. وَعَمَلُ النَّهَارِ قَبْلَ عَمَلِ
اللَّيْلِ. حِجَابُهُ النُّورُ. لَوْ كَشَفَهُ َحْرَقَتْ سُبُحَاتُ وَجْهِهِ مَا
انْتَهَى إلَيْهِ بَصَرُهُ مِنْ خَلْقِهِ[. أخرجه مسلم.»سُبُحَاتُ وَجْهِ اللّهِ«
أنوَارهُ: أي لو انكشفَ من أنوار اللّهِ التي تَحجُبُ العبادَ عنهُ شَئٌ ‘هلك كُلَّ
مَنْ وقع عليهِ ذلك النورُ كما خرَّ مُوسَى عَلَيْهِ السم صَعِقاً، وَتَقَطَّعَ
الجبلُ دَكّاً لَمَّا تَجلَّى اللّهُ سُبحانُهُ وَتعالى.
1. (3482)-
Ebû Musa
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) aramızda ayağa
kalkıp şu beş cümleyi söyledi:
"Allah Teâlâ
Hazretleri uyumaz, zaten O'na uyku da yakışmaz. Kıstı (tartıyı, rızkı) indirir
ve kaldırır. Geceleyin yapılan amel, gündüzleyin yapılandan önce; gündüzleyin
yapılan amel de geceleyin yapılan amelden önce Allah'a yükseltilir. O'nun hicabı nurdur. Eğer o perdeyi açacak olsa,
vechinin sübuhâtı, basarının ihâta ettiği bütün mahlukatını yakardı."[2]
AÇIKLAMA:
Bu hadis,
Cenâb-ı Hakk'ın bazı sıfatlarını zikretmektedir:
1- Uyumama
Sıfatı: Bu, Kur'ân-ı
Kerim'de: "O' nu ne uyuklama tutar ne de uyku" (Bakara 255) diye ifade
edilmiştir. Uyku ve uyuklama bir kısım canlı mahluklarla ilgili bir sıfattır.
Allah ise ondan münezzehtir.
Bu sıfat,
Cenâb-ı Hakk'ın mahlukat üzerine her an tasarrufta bulunduğunu ifade eder. Bu
ilâhî ilginin bir an kesildiğini
düşünmek, bütün varlık âleminin yokluğa mahkûm edilmesi
olur.
2-
Kıst, tartı
demektir. Rızk ma'nâsında kullanıldığı da kabul edilmiştir. Allah'ın kıst'ı
indirmesi, kulların amellerini tartarken, rızıklarını verirken mizanın
kefelerini kaldırıp indirmesidir. Bu teşbihle,
rızıkların taksim ve takdirinin ferd ferd, ayrı ayrı yapıldığı ifade
edilmiş olmaktadır. Bir bakıma Cenâb-ı Hakk'ın uyanıklığının şümûlü böyle dile
getirilmiş olmaktadır: "Allah hiç kimsenin rızkından, amelinden gafil değildir,
herbirini ayrı ayrı tartar. Kefeler her ferd için iner, tartar, kalkar, öbürü
için tekrar iner..."
Kıst'la rızık
kastedilince, hadisin "...kısar, kaldırır" yani, "rızkı bazılarına kısar (az
verir), bazılarına kaldırır (çok verir) ma'nâsına geldiği de
söylenmiştir.
3- "Geceleyin
yapılan amel gündüzleyin yapılandan önce... Allah'a yükseltilir" cümlesi, her
günün ameli günün sonunda, gecenin ameli de gecenin sonunda ayrı ayrı Cenâb-ı
Hakk'a arzedilir, ömrün hiç bir günü hesapsız geçmez, her gününden Allah'a hesap
vardır, demektir. Amelleri Allah'a arz işini hafaza melekleri yapar; günlük
olarak tuttukları amel defterini günün (veya gecenin) sonunda Allah'a arz
ederler.
4-
Hicab, perde
demektir. Allah, insanlara şah damarından daha yakın olduğu halde, insanlar,
araya giren perdeler sebebiyle Allah'tan uzaktırlar, Zât-ı Zülcelâl'i
göremezler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Allah'la kul veya Hâlık'la
mahluk arasındaki perdenin maddî olmayıp nurânî olduğunu
bildirmiştir.
Bazı
rivayetlerde nûr yerine, nâr denmiştir.
Nûr'la nâr
arasındaki fark veya nurânî ile maddî arasındaki fark nedir? Tam çözülmüş
değildir. İlim ve tekniğin ilerlemesi bu hususlarda daha müteyakkız olmaya,
Resûlullah'ın nur'la neyi kasdettiğini daha sağlıklı anlamaya yardımcı
olmaktadır. Zira en son nazariyelere göre madde ışına (nur'a) dönüşebilmektedir.
Şu halde nur, nar ve hatta madde müşterek bir öz'ün farklı kesafetteki temeyyüünden, esma-i ilâhîye' nin
feyz-i ilahî suretinde farklı mertebelerdeki tecellisinden ibarettir. Hepsinin
aslını, bazı hadislerde geldiği üzere, Nur-u Muhammedî (aleyhissalâtu vesselâm)
denen bir ilk, bir irade-i kün teşkil etmektedir. Öyle ise hâlıkla mahluk arasındaki "hicab" izafî bir
vakı'adır, Mahlûktan Hâlık'a perdedir, görülmesine manidir, Hâlık'tan mahluka
nurdur, aydınlıktır, görmesine engel değildir. Allah "evvel"dir, "ahir"dir,
"zâhir"dir, "bâtın"dır, her şeyi "bilen"dir.
5-
Allah'ın vechi
"Zât"ı demektir. Vech (yüz) birçok dillerde olduğu gibi Arapçada dahi şahsın
yani zâtın kendisini ifade eder. Nitekim dilimizde de "yüzün ak veya kara
olması" tabirinde şahsiyetin tebriesi veya tezyifi kastedilir. Öyleyse Allah'ın
vechi, Allah'ın zâtı demektir ve basarının ihâtâsı tabiriyle bütün mümkinât yani
mahluk âlem kastedilmiştir. Zirâ O'nun basar ve ilmi bütün varlıkları kuşatır.
Hiç bir şey O'nun nazarından hâriç, ilminden dışarı
değildir.
6- Subuhât'a
gelince, bu kelime Sübha'nın cem'idir. Sübha, lügat olarak tenzih, takdis ve
tebrie gibi ma'nâlara gelir. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk'ın takdisine yönelik
tahmid, tekbir, temcid, tehlil vs. her çeşit zikre mecâzî olarak tesbih
denir.
Nafile
ibâdetlerin, hadislerde çoğu kere Sübha kelimesiyle ifade edilmesi, farzlardaki
"tesbihât"ın nafile olmasından ileri gelir. Kelimenin kök ma'nâsını ve hadisteki
kullanılışını böylece anladıktan sonra "subuhâtu Vechini" yani Allah'ın
vechi'nin sübühatı tabirine geçebiliriz. Allah'ın subuhatından murad,
en-Nihâye'de kaydedildiği üzere Allah'ın celâli ve azametidir. Bazı âlimler
"Vechi'nin Ziyası"dır demiştir. Sübühâtu'l-Vech'i, ayrıca "O'nun güzelliği" diye
anlayan da olmuştur. Bu görüş sahipleri kanaatlerini şöyle delillendirirler:
"Sen güzel yüzlü birini görünce Sübhanallah!"
dersin Bu tabiri "Allah'ın tenzihi" olarak yani "Vechi mukaddestir,
münezzehtir" şeklinde anlayan da olmuştur. Bunu, fiille mef'ul arasında cümle-i
mu'tarıza görüp ma'nâyı şöyle anlayan da olmuştur: "Eğer onu açacak olsa
basarının yetiştiği her şeyi yakardı."
Bütün bu
söylenenlerden daha makbul bir ma'nâ şöyle ifade edilebilir: "Allah'ı kullara
karşı perdeleyen nurlardan bir nur inkişaf edecek olsa, bu nur, değeceği her
şeyi helâk eder, tıpkı böyle bir inkişâfta Hz. Musa'nın bayılıp düşmesi ve
Allah'ın tecellî etmesiyle dağların parça parça olması gibi." (Nihâye'den).[3]
ـ3483 ـ2ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسولُ
اللّهِ #: إذَا قَاتَلَ
أحَدُكُمْ أخَاهُ فَلْيَجْتَنِبِ الْوَجْهَ[. أخرجه
الشيخان.وزاد مسلم: »فَإنَّ اللّهَ خَلَقَ آدَمَ عَلى صُورَتِهِ«
.
2.
(3483)- Hz. Ebû
Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Sizden biri kardeşiyle dövüşünce yüze vurmaktan sakınsın."[4]
Müslim'in
rivayetinde şu ziyade var: "...Zira Allah Âdem'i kendi suretinde yaratmıştır."[5]
AÇIKLAMA:
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) her hususta edeb beyan etmiştir. Burada kavga yaparken
bile riayet edilmesi gereken İslâmî edebi beyan etmektedir: Yüze
vurmamak...
Bu yasak,
tedib, ta'zir ve hatta hadd cezası uygulanması dahil bütün darblara şâmildir.
Nitekim, zina yapan bir kadının
recmedilmesine hükmedince:
"Taşlayın, fakat başa vurmaktan sakının" ferman buyurmuştur. Şu halde,
başa vurma yasağı, sadece başta bulunan hassas organların zarara uğraması
tehlikesini gözetmiyor. Çünkü, burada kesinlikle ölüme mahkum olan birisi
mevzubahistir. Öyleyse daha şümullü nokta-i nazarlar vardır. İşte bunu hadisin
Müslim'deki ziyadesinden anlıyoruz: "Allah, Âdem'i kendi suretinde yaratmıştır."
Kendi diye ifade ettiğimiz zamir kime racidir? Bunu bazı şârihler madruba yani
dövülene irca etmiştir. Bazıları da Allah'a. Allah'a irca edenler, hadisin bir
başka vechini delil göstermiştir: "Allah
Âdem'i, Rahman suretinde yaratmıştır." Bu vecihte Allah'ı mahluka benzetme olduğu için bazı müşkilat çıkmıştır. Ama
te'vil yoluyla hadise, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in itikad esaslarına uygun
"teşbih"ten uzak bir ma'nâ verilmiştir: "Allah insanı Rahmân'da bulunan ilim,
hayat, semî, basar vs. sıfatlarla
yarattı ve bunlarla diğer mahluklardan üstün
kıldı."
Hadisin bu
vechinin zayıf olduğunu iddia edenlere bu
ma'nâyı teyiden gelen başka rivayetler gösterilerek cevap verilmiştir:
"Kim kavga yaparsa yüze vurmaktan kaçınsın, zira insan yüzünün şekli, Rahman'ın
yüzünün şekli gibidir" "Allah senin yüzünü, sana benzeyenin yüzünü çirkin
kılsın" demeyin. Zira Allah, Âdem'i kendi suretinde yaratmıştır." "Sizden biri
kavga yaparsa yüzden sakınsın, zira Allah, Âdem'i kendi yüzünün suretinde
yaratmıştır."
Sahâbe'den
Süveyd İbu Mukarrin, bir adamın çocuğuna tokat vurduğunugörünce şöyle demiştir:
"Bilmez misin, yüz muhteremdir?"
Bu mevzuya
giren bazı açıklamalar 3382 numaralı
hadiste geçmiştir.[6]
ـ3484 ـ3ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كَانَ رسولُ اللّه
# يُكْثِرُ أنْ يَقولَ: يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قَلْبِي عَلى دِينِكَ.
فَقُلْتُ: يَا رسولَ اللّهِ قَدْ آمَنَّا بِكَ وَبِمَا جِئْتَ بِهِ فَهَلْ تَخَافُ
عَلَيْنَا؟ قالَ: نَعَمْ. إنَّ الْقُلُوبَ بَيْنَ إصْبَعَيْنِ مِنْ أصَابِعِ
الرَّحْمنِ يُقلِّبُهَا كَيْفَ يَشَاءُ[. أخرجه الترمذي .
3.
(3484)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu duayı çok
yapardı:
"Ey kalbleri
çeviren Allahım! Kalbimi dinin üzerine sâbit kıl!"
Ben (bir gün
kendisine):
"Ey Allah'ın
resulü! biz sana ve senin getirdiklerine inandık. Sen bizim hakkımızda korkuyor
musun?" dedim. Bana şöyle cevap verdi: "Evet! Kalpler, Rahmân'ın iki parmağı
arasındadır. Onları istediği gibi çevirir."[7]
AÇIKLAMA:
1-
Hadiste
zikredilen kalb, insan göğsünde yer alan ve etten yaratılmış olan maddî kalb
değildir. Çünkü bu, hayvanlarda da var. Kalbten murad ruhânî bir latife-i Rabbaniyedir. Bu latife
insanın hakikatını teşkil eder: İdrak sâhibi emir ve yasağa muhatap,
yaptıklarından sorumlu olan bu latifenin eskiler, maddî kalple bir ilişkisi
bulunduğunu kabul etmiştir: Âlet kullananın o âletle ilgisi nevinden veya bir
yere yerleşinin o yerle olan ilgisi nevinden bir ilgi.
2- Kalbin
itâat-isyan, huzurgaflet, imanküfür gibi pek değişik halleri vardır. Sadedinde
olduğumuz hadis, Cenâb-ı Hakk'ın kalb üzerindeki tasarrufunu, kişiyi bu
hallerden dilediğine çevirebileceğini belirtmektedir. Allah hakkında bu inanç,
İslâm itikadının gereğidir. Zira Allah'ın gücüne, tasarrufuna hiçbir hudud
konamaz. Aksini düşünmek acz nisbet
etmek olur. Allah acz dahil hiçbir noksan sıfatla muttasıf
değildir.
3-
Hz. Enes'in
"...bizim hakkımızda korkuyor musun?" sorusunun ma'nâsı şudur: "Senin bu
sözün, kendi hakkında söylenmemiş
olmalıdır. Zira sen hataya ve zelleye karşı ismete (korunmaya) mazharsın.
Hususan din hususunda kalbin dönmesi mevzubahis olamaz. Öyleyse bu duadan murad
ümmetin tâlimidir. Acaba sizde, bize
Cenâb-ı Hakk'ın lutfettiği iman nimetinin zevâli veya kemâlden
noksana düşmesi
endişesi mi var?"
Resûlullah bu
ma'nâyı taşıyan soruya, "Evet!" diye cevap vermiş, ümmeti hakkında korkmakta
olduğunu te'yid etmiştir: "Allah kalbleri dilediği gibi
çevirir."
Tebliğci
açısından son derece ehemmiyetli bir prensibi Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), bu hadiste vaz'etmiş olmaktadır:
"İnsanın ne
iman üzere, ne de fısk ve küfür üzere devamlılığı yoktur." İnsan hâricî
te'sirlerle her an değişebilir. Ne "ben iyiyim" deyip hal-i hazır halimize
güvenmeliyiz, ne de herhangi bir insan için "Bu iyidir!" veya "Bu kötüdür!" diye
kestirip atmalıyız. Bugün için iyidir ama, yarın değişebilir. Öyle ise iyilik
üzere devamı için gayret gereklidir. Kötü de bugün kötüdür, ama düzelebilir,
düzeltmek için gayret göstermelidir.
Yani insanlar
hakkında kesin hüküm verip atâlete düşmemelidir. İyiler kötüleşebilir, kötüler
iyileşebilir. Zira kalb, değişkendir. Allah dilediği gibi
değiştirir.
4-
Allah'a parmak
nisbeti, müteşâbih bir ifadedir. Cenâb-ı Hakk'ın zâtıyla ilgili bir kısım şuûnu
anlayabilmemiz için bu çeşit teşbihlere sıkça yer verilmiştir. Bu teşbihler
hakikatı üzere alınmamalıdır. Müteahhir ülemâ, kullanılış gayesine uygun bir
ma'nâ ile tevil eder. Parmak burada Allah'ın meşiet ve iradesini ifade etmek için kullanılmıştır. Parmağın cemi
değil de tesniye olması yani "parmaklar" şeklinde değil de iki parmak şeklinde
ifade edilmesi Kudret-i Rabbaniyye'nin kalbte, "hayır" ve "şer" şeklinde zuhur
edeceğine işaret kabul edilmiştir.
Keza "el" değil
de "parmak" kelimesinin kullanılması bir ma'nâ inceliği taşımaktadır. Zira
parmak, küçüklüğü sebebiyle, kalbi değiştirmede elden daha süratli, daha
mâhirdir. Âlimler: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Allah'ın bu husustaki
sür'atini muhataplara daha iyi duyurabilmek için parmak kelimesini tercih
etmiştir" derler.[8]
ـ3485 ـ4ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]سَمِعْتُ
رسولَ اللّه # يَقْرَأُ هذِهِ اŒيةِ إنَّ اللّهَ يَأمُرُكُمْ أنْ تُؤَدُّوا
ا‘مانَاتِ إلى أهْلِهَا إلى قَوْلِهِ إنَّ اللّهَ كَانَ سَمِيعاً بَصِيراً
فَرَأيْتُ رسولَ اللّه # يَضَعُ إبهَامَهُ
عَلى أُذُنِهِ وَالَّتِى تَلِيهَا عَلى عَيْنِهِ[. أخرجه أبو داود
.
4.
(3485)- Hz. Ebû
Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı şu
âyetleri okurken işittim. (Meâlen): "Hiç şüphesiz Allah size, emânetleri ehline
teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle
hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah işitir ve
görür" (Nisa 58). Bu sırada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın baş parmağını
kulağına, onu takib eden (şehadet) parmağına da gözünün üzerine koyduğunu
gördüm."[9]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, Ebû
Dâvud'da Cehmiyye Fırkası'na reddiye olarak kaydedilmiştir. Cehmiyye başlığını
taşıyan bir bâbta yer alır. Hadis buraya biraz özetlenerek alınmış. Nitekim
aslında şöyle devam eder "...İbnu Yunus
dedi ki: "Mukri dedi ki: "Yani Allah işitici (semî) ve görücüdür (basîr), yani
Allah'ın işitmesi ve görmesi vardır."
Yunus dedi ki:
"Mukri dedi ki: "Bu, Cehmiyye'ye bir reddir."
Ebû Dâvud der
ki: "Bu, Cehmiyye'ye reddir."
Cehmiyye: Ehl-i
Sünnet ve'l-Cemaat'in dışında kalan sapık bir fırkadır. Mensupları Allah'ın
ezelî sıfatlarını nefyederler, ilaveten derler ki: "Allah'a işitmek, görmek gibi
mahlukata mahsus vasıflar izafe etmek, Allah'ı kula benzetmektir, öyleyse
Allah'a hayy (diri), âlim, mütekellim (konuşan) gibi sıfatlar nisbet edilemez.
Çünkü bu sıfatlar insanlarda da vardır." Onlara göre Allah'a kâdir, hâlık, fâil,
muhyi, mümît gibi sıfatlar verilmelidir.
Çünkü onların iddiasına göre, "mahlukat bu sıfatlarla tavsif edilemezler."
Buradan da anlaşılacağı üzere Cehmiyye, insanın bir şey yapmaya kâdir
olmadığını, Allah tarafından yazılmış ve yaratılmış fiilleri yapmaya mecbur
olduğunu iddia eder. Ayrıca Kur'an'ın mahlûk olduğunu
söyler.
Asıl mevzuumuza
gelecek olursak, sadedinde olduumuz hadiste Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
âyette "Şüphesiz Allah işitir ve görür" ibaresini okuyunca, kulak ve gözüne
işaret buyurmuş olmakta, böylece Allah'ın işitme ve görme fiillerine sahip
olduğunu ikrar etmiş olmaktadır. Bu davranışta, insanlarda mevcut sıfatları
Allah'tan nefyeden Cehmiyye fırkasına bir nevi reddiye olacağı
açıktır.
Hattâbî der ki:
"Resûlullah'ın "Allah işitici ve görücü.." meâlindeki ibâreyi okuyunca
parmaklarını kulak ve göz üzerine koymasının ma'nâsı, Allah Teâlâ Hazretlerini görme ve işitme fiillerini
isbattır, göz ve kulağı değil. Çünkü bunlar organdır. Allah organ sâhibi
olmamakla mevsuftur. Çünkü O, insanlara mahsus sıfat ve vasıflardan münezzehtir.
Allah organ sâhibi, cüz sahibi, kısımlar sahibi değildir. "O'nun benzeri yoktur.
O semî ve basîrdir.
Bazı Ehl-i
Sünnet ulemâsı, Hattâbî'ye bu sözü sebebiyle karşı çıkmış ve demiştir ki:
"Hattâbî'nin, "Allah Teâlâ Hazretlerine ... göz ve kulak'ı isbat değildir" sözü
tahkik ehlinin sözü değildir. Ehl-i tahkik, Allah Teâlâ Hazretlerini, kendisi ve
Resûlü tarafından zât-ı ilâhi'yi tavsifte kullanılmış olan vasıflarla tavsif
edenler, Allah için, Kur'an ve Sünnette
gelmemiş olan vasıflar uydurmazlar. Nitekim Allah Teâlâ Hazretleri kendisini şöyle tavsif eder: "(Ey
Mûsa! Gözümün önünde yetişesin diye seni sevimli kıldım" (Tâ-Hâ 39);
"Nezaretimiz ve vahyimiz altında gemiyi yap" (Hud 37). Hattâbî'nin; "Allah organ
sahibi, cüz sahibi, kısımlar sahibi değildir" ifadesi bid'a ve uydurma bir
sözdür. Bunu Seleften hiç kimse, ne
nefiy ne de isbat maksadıyla söylememiştir. Bilakis, onlar Allah'ı, kendisinin
nefsini vasfettiği sıfatlarla tavsif etmişler, sükut ettiği şeylerde de sükut
etmişlerdir. Bu tavsifi yaparken nasıl olduğunu (keyfiyet) söylememişler, temsil
getirmemişler, Allah'ı bir mahluka da benzetmemişlerdir. Kim O'nu mahluka
benzetirse kâfir olur. Ne Allah'ın kendini tavsifi, ne de Resulünün O'nu tavsifi
teşbih değildir. Allah'a işitme ve görme sıfatlarının isbatı
haktır."
Hemen
belirtelim ki burada atıfta bulunulan Selef görüşüne göre, Kur'an'da Allah'a
nisbet edilen bütün sıfatlar "nasıl?" denmeksizin haktır. Âyette, وَيبْْقى وَجْهُ
رَبِّكَ dendiğine göre O'nun vechi (yüzü) vardır.
Âyette خَلَقْتُ
بِيَدَىَّ dendiğine göre O'nun iki eli vardır.
Âyette, تَجْرِى
بِاَعْيُنِنَا denildiğine
göre O'nun gözü vardır. Âyette,
وَجَاءَ رَبُّكَ
وَالْمَلَكُ صَفّاً صَفّاً dendiğine göre
O kıyamet günü gelecektir. Hadiste ifade edildiği üzere Allah dünya semasına
iner.
Selef, "âyette
ve hadiste gelen bu vasıflara inanırız, nasıl olduğunu sormayız, bunlardan
gerçek muradı Allah bilir, biz bir fikir beyan etmeyiz" ma'nâsında açıklamalar
yaparlar.
Şüphesiz burada
ulemâ arasında cereyan eden kelâmî münakaşanın teferruatına girmeyeceğiz. Ancak
Selefin nokta-i nazarını kavramada yardımcı olacak ve yine teşbih meselelerine
giren Allah'ın Arş üzerine istîvası ile ilgili olarak izhar edilen birkaç beyan
daha nakledeceğiz: İbnu Hacer Fethu'l-Bâri'de Ümmü Seleme'den şu rivayeti
kaydeder: "İstiva[10]
(Kur'anda zikredildiğine göre) meçhul değil, nasıl olduğu ma'kul (anlaşılır)
değil, bunu ikrar (kabul) etmek imandır, inkârı da
küfürdür."
Rebîa İbnu Ebî
Abdirrahmân tarîkinden gelen rivayete göre, Allah'ın Arş'a nasıl istîva ettiği
sorulmuş, o şu cevabı vermiştir: "İstîva meçhul değildir, nasıl olduğu makul
değildir, Allah'a risalet, Peygamberlerine tebliğ, bize de teslim
düşmektedir."
Evzâî de şöyle
söylemiştir: "Biz ve Tâbiîn sayıca çoktuk. Şunu söylerdik: "Allah Arş'ındadır,
biz sünnette Allah hakkında vârid olan sıfatlara
inanırız."
Bir başka
tarîkte Evzâî şöyle anlatır: "Kendisinden, ثُمَّ اسْتَوى عَلى
الْعَرْشِ âyeti hakkında
sorulmuştu şu cevabı verdi: "O, nefsini kendi vasfettiği
şekildedir."
Beyhakî'nin bir
kaydına göre Abdullah İbnu Vehb anlatıyor: "Biz İmam Mâlik'in yanında idik. Bir
adam yanına girerek: "Ey Ebû Abdillah,
اَلرَّحْمنِ عَلى
الْعَرْشِ اسْتَوى
buyruluyor. Allah nasıl istiva etti?" dedi.
İmam Mâlik başını eğip bir miktar düşündü; derken birden bir ter bastı. Sonra
başını kaldırıp:
"Rahman,
kendini vasfettiği şekilde Arş üzerine istivâ etmiştir. Bu nasıl oldu? denmez.
Nasıllık O'ndan kaldırılmıştır. Zannımca sen mutlaka bid'at sahibi birisisin!"
der ve adamın meclisten çıkarılmasını emreder.
İmam Mâlik'ten
bir başka rivayet, onun şöyle söylediğini bildirir: "...O'nu ikrar vacibtir,
ondan sual bid'attir."
Şu halde
Cehmiyye fırkası, Ehl-i Sünnet'in kaydedilen mezkur ikrarına karşı çıkıp bunun teşbih oldugunu,
yani Allah'ı insanlara benzetmek olduğunu söylemiştir.
İshak İbnu
Râhûye: "Bu teşbih değildir. Eğer dersek ki "Allah'ın bizimki gibi bir eli vardır"; işte o zaman
teşbih olur" diyerek Cehmîlere cevap vermiştir.
Sevrî, Mâlik,
İbnu Uyeyne, İbnu'l-Mubârek gibi Selef büyükleri bilittifak: "Bu hadislere,
herhangi bir tefsir ilâve etmeksizin inanırız"
demişlerdir.
İbnu Abdilberr
der ki: "Ehl-i Sünnet, Allah hakkında Kitap ve Sünnette gelen bu sıfatları
ikrarda icmâ ederler, bunlardan hiçbirine keyfiyet (yani "nasıl oldukları
hususunda yorum") nisbet etmezler. Fakat
Cehmiyye, Mûtezile ve Hâricîler: "Kim bu isimleri ikrar ederse Allah'ı insanlara
benzetmiş olur" demişlerdir.
Selef'in,
müteşâbihât karşısında kemâl mertebesinde bir imân gerektiren bu nokta-i nazarı,
bilhassa Yunan felsefesinin, entellektüel çevrelerde yaygınlık kazanmasıyla her
meselenin aklî izahlarının araştırıldığı muahhar zamanlarda imanı zayıflamış,
teslimiyeti azalmış insanları tatmin
etmez hale gelmiştir. Bu durum, ulemâyı müteşâbihât karşısında farklı bir
yaklaşıma sevketmiştir: Te'vîl...
Müteahhirûn
dediğimiz Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat ulemâsı, neticede Allah'ı insanlara benzeten
müteşâbih âyetleri Ehl-i Sünnet
ve'l-Cemaat inancına muvafık bir kısım açıklamalara tâbi tutmuşlardır. Meselâ Gazalî'ye göre, Allah'a
el, yüz, parmak ve suret gibi insana benzemeyi veya maddî olmayı gerektiren âyet
ve hadisleri dinleyen kimse, bu sözlerden iki ma'nânın kastedilmiş olacağını
bilmelidir.
1) Ya kelimenin
lügat ma'nâsı alınır: Bu durumda Allah'a madde ve cisim nisbet edilmiş ve Allah
mahlukata benzetilmiş olacak. Kur'an'da Allah'ın hiç bir benzerinin olmadığı
ifade edildiğine göre bu ma'nâ
kastedilmiş olamaz.
2)
Ya da kelime
istiare maksadıyla kullanılır: Bu durumda meselâ el ile başka bir ma'nâ
kastedilmiştir ve o ma'nâ cisim değildir. Nitekim "Memleket emîrin elindedir"
dendiği zaman burada istiare yapılır. Sözgelimi emirin eli kesik bile olsa,
söylenen söz doğrudur ve kastedilen ma'nâ
anlaşılır. Öyleyse âyet ve hadislerde Allah'la ilgili olarak, teşbih
ifade eden, şekil ve madde hatıra getiren kelimeler lügat ma'nâsında kullanılmış
değildir, isti'aredir. O kelimelerin dilde cârî mecâzî ma'nâları
anlaşılmalıdır.
İşte müteahhir
ülemanın, Cenâb-ı Hakk'ın şuûnatıyla ilgili olarak âyet ve hadislerde gelen bir
kısım ibareleri İslâm itikadına uygun aklî açıklamalara kavuşturma işine te'vil
denmiştir. İmam Mâturidî, İmam Eş'arî ve İmam Gazalî tarafından işlenen bu metod
ümmetce benimsenmiştir.[11]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/284-285.
[2] Müslim, İman: 293 (179); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/286.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/286-287.
[4] Buhârî, Itk: 20; Müslim,
Birr: 112, (2612).
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/288.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/288-289.
[7] Tirmizî, Kader: 7, (2141); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/289.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/289-290.
[9] Ebû Dâvud, Sünnet: 19, (4728); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/290-291.
âyetinde haber verilen hakikattır. Allah'ın
Arş'a istîvası, Allah'ı mekân izâfe etme mânâsına geldiği için ciddî tartışmalar
cereyan eden bir meseledir. Kaydettiğimiz rivâyet Selefin bu meseledeki tavrını
aydınlatır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder