Allah’tan af
dilememiz ve günahlarımızdan dolayı tevbe etmemiz gerektiğini, Peygamber
(s.a.v)’in bile günde yetmiş ve yüz civarında tevbe ve istiğfar ettiğini, kulun
tevbesinden dolayı Allah’ın hoşnutluğunun ne kadar büyük olduğunu, kullarının
tevbelerini kabul etmek için tevbe kapısını Allah’ın devamlı açık tuttuğunu,
tevbe kapısının kıyamete kadar açık olacağını, kişinin son nefesine kadar tevbe
etme imkanının olduğunu, doksandokuz kişiyi öldürenin bile tevbesinin kabul
edileceğini, tevbelerinin kabul edildiğine dair Kur’ân’da haklarında ayet inen
üç sahabinin durumunu, zina ve hırsızlık etse bile bir kimse sağlam bir tevbe
ederse tevbesinin kabul edileceğini, Allah’ın tevbeleri mutlaka kabul edeceğini,
dünya malına hırslı insanın gözünü ancak bir avuç toprağın doldurabileceğini,
biri diğerini öldürdüğü halde ikisi de cennete giren kimselerin durumunu
öğreneceğiz.
Tevbe ile alakalı ayet ve hadislerin genel
muhtevasından İslâm alimleri şu hususları ortaya koymuşlardır: Allah’a ait olup
kul hakkı karışmayan bir şeyde tevbe etmenin üç şartı vardır
1. O günahı terketmek,
2. Yaptığına pişman olmak,
3. Bir daha yapmamaya karar vermek.
İşlenen günaha kul hakkı karışmışsa bu üç şartın
yanısıra;
1. Bu günah, mal gasbı ve benzeri birşey ise o malı
sahibine geri vermeli,
2. Zina ve iftira gibi bir suç ise o kimseden
kendisini bağışlamasını ister veya o kimseye cezalandırma yetkisi
verir,
3. İşlenen suç gıybet ise o kimseden affedilmesini
ister.
Böylece müslüman daima tevbe ve istiğfar eder
olmalı, işlediği günah ve hatalarından dolayı da tevbe ve istiğfara ömür boyu
devam etmelidir. [1]
“Ey mü’minler! Hepiniz topluca, günahkarca
davranışlardan dönüp, Allah’a yönelin ki, dünya ve ahiret mutluluğunu elde
edesiniz.” (Nûr: 24/31)
“Rabbinizden günahlarınız için bağışlanma dileyin ve
sonra tevbe ve pişmanlık tavrı içinde O’na yönelin.” (Hûd 11/3)
“Ey iman edenler! Tam bir pişmanlık ve gönül huzuru
içinde gösterişten uzak ölçüde Allah’a tevbe edin.” (Tahrim 66/8)
Ebû Hüreyre radıyallahu anh, Resûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken işittiğini
söylemiştir:
“Vallahi ben günde yetmiş defadan fazla Allah’dan
beni bağışlamasını diler, tövbe ederim.”[2]
Müslim, Zikir 41 de geçen bir hadiste de:
“Benim de kalbime gaflet çöküyor,
ben de Allah’tan günde yüz sefer bağışlanma istiyorum.” buyuruluyor. Bunun için insan hergün kendisini
hesaba çekmeli, işlediği günahlardan dolayı Allah’a yönelmeli ve O’ndan
bağışlanmasını istemelidir. Müslüman için yenilenme ve temizlenme imkanı ve
fırsatı olan tevbeden her an yararlanmalıyız. Hiç olmazsa günde yetmiş veya yüz
sefer istiğfar etmeliyiz. [3]
Egarr İbni Yesâr el–Müzenî radıyallahu
anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
“Ey insanlar! Allah’a tövbe edip ondan af dileyiniz.
Zira ben ona günde yüz defa tövbe ederim.”[4]
Ey insanlar diye başlayan bu hadîs-i şerîften
müslüman toplumun her kesimine hitap edildiğini anlayacağız. Kişi ne durumda
olursa olsun hacı, hoca, alim, talebe, avam, havas her gurup tevbe ve istiğfara
devam etmeli, kendisinde günahlardan masum oluş gibi bir özellik görmemelidir.
Peygamberler dahi hata işleyebilirler, ama onların hataları Allah tarafından
anında düzeltilir. Tek örneğimiz ve önderimiz peygamberler olduğuna göre; tevbe
konusunda da her müslümanın örneği peygamberdir. Böylece müslüman tevbesiz ve
duasız gününü geçirmemelidir. [5]
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
hizmetkârı olan Ebû Hamza Enes İbni Mâlik el–Ensârî radıyallahu anh’den
rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Kulunun tövbe etmesinden dolayı Allah Teâlâ’nın
duyduğu memnuniyet, sizden birinin ıssız çölde kaybettiği devesini bulduğu
zamanki sevincinden çok daha fazladır.”[6]
Müslim’in başka bir rivayeti de şöyledir:
“Herhangi birinizin tevbesinden dolayı Allah’ın
duyduğu hoşnutluk ıssız çölde giderken üzerindeki yiyecek ve içeceği ile
birlikte devesini kaybetmiş ve tüm ümitlerini de yitirmiş halde bir ağacın
gölgesine uzanıp yatan, derken devesinin yanına dikiliverdiğini gören ve
yularına yapışarak aşırı sevincinden dolayı ne söylediğini bilmeyerek Allah’ım
sen benim Rabbim ben de senin kulunum diyeceği yerde, sen benim kulumsun ben de
senin Rabbinim diyen kimsenin sevincinden çok daha fazladır.”[7]
Ebû Mûsâ Abdullah İbni Kays el–Eş’arî radıyallahu
anh’den rivayet edildiğine göre Nebiyy–i Ekrem sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ gündüz günah işleyenin tövbesini kabul
etmek için geceleyin elini açar. Geceleyin günah işleyenin tövbesini kabul etmek
için de gündüzün elini açar. Güneş battığı yerden doğuncaya kadar bu böyle devam
edip gider.”[9]
Yani tevbe için belli bir zaman olmayıp kişi ne
zaman isterse o zaman tevbe edebilir ve Allah’ı karşısında her zaman tevbeleri
kabul edici olarak bulur. Hayat devam ettiği sürece hata ve kusurlarımız da
olacaktır. Bu sebeble hiç vakit kaybetmeden tevbeye yönelmeliyiz. [10]
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet
edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Güneş batıdan doğmadan önce kim tövbe ederse, Allah
onun tövbesini kabul eder.”[11]
Güneşin batıdan doğması kıyametin büyük
alametlerinden olup tevbe kapısı o güne kadar tüm insanlık için açıktır. Yaşama
ümidi kesilme anı olan ölüm sarhoşluğu anına kadar da şahıslar için o kapı
açıktır. O anda tevbeler kabul edilmez. Bu Allah’ın değişmez yasalarındandır.
Nisâ: 4/18; En’âm: 6/158; Yûnus: 10/90, 91 ayetlerinde olduğu gibi.
Sahabilerin büyüklerinden Abdullah ibn Mes’ud şöyle
der: “Mü’min kimse günahlarını öylesine büyük görür ki, eteğinde oturduğu dağın
üzerine çökmesi gibi zanneder. Günahlara batıp giden kimse ise, günahlarını
burnu üzerindeki bir sinek gibi küçücük görür.[12]
Ebû Abdurrahman Abdullah İbni Ömer İbni’l–Hattâb
radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Bir kul can çekişmeye başlamadığı sürece, Allah
Teâlâ onun tövbesini kabul eder.”[13]
Dünya hayatı olan elli, altmış, yetmiş sene; uzun
gibi görünmesine rağmen ahiret günlerine göre çok kısadır. Bu kısa ömrü Asr
103/1-3 ayetinde açıklandığına göre değerlendirmek gerekir. Bugün, yarın,
büyüyünce, emekliye ayrılınca ibadet ederim, iyi bir kul olurum diye işleri
ileriye bırakmak doğru olmaz. Ölümün son habercisi gelince yani can boğaza
tıkanınca yapılacak tevbe ve ibadetler hiçbir zaman kabul edilmez. (Nisâ 4/18;
Münâfikûn 63/10, 11 ayetlerinde olduğu gibi.)[14]
Zirr İbni Hubeyş şöyle dedi;
Mestler üzerine nasıl mesh edileceğini sormak üzere
Safvân İbni Assâl radıyallahu anh’ın yanına gitmiştim. Bana:
– Zirr! Niçin geldin? diye sordu. Ben de:
– İlim öğrenmek için, deyince şunları
söyledi:
– Melekler, ilim öğrenenlerden hoşlandıkları için
onlara kanat gererler. Ben de:
– Büyük ve küçük abdestten sonra mestler üzerine
nasıl mesh edileceği kafamı kurcaladı. Sen de Hz. Peygamber’in ashâbından
olduğun için, onun bu konuda bir şey söylediğini duydun mu diye sormaya geldim,
dedim. Safvân:
– Evet, duydum. Resûl–i Ekrem seferde bulunduğumuz
zaman mestleri üç gün üç gece çıkarmamayı, büyük ve küçük abdest bozduktan,
uyuduktan sonra bile mestlere meshetmeyi, ancak cünüp olunca mestleri çıkarmayı
emrederdi, dedi.
– Onun sevgiye dair bir şey söylediğini duydun mu?
diye sordum.
– Evet, duydum. Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem ile bir sefere çıkmıştık. Biz onun yanındayken bir bedevî kaba
sesiyle:
– Muhammed! diye bağırdı.
Hz. Peygamber de onun sesine yakın bir
sesle:
– “Gel bakalım”, dedi.
Bedevîye dönerek:
– Yazıklar olsun sana! Hz. Peygamber’in huzurunda
bulunuyorsun. Kıs sesini! Yüksek sesle bağırmanı Allah yasakladı, dedim.
Bedevî:
– Vallahi sesimi kısmam, dedi ve Resûl–i Ekrem’e:
Birilerini seven, ama onlarla beraber olacak kadar iyiliği bulunmayan kimse
hakkında ne dersin? diye sordu.
Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
– “Bir kimse, kıyamet gününde, sevdikleriyle
beraberdir.”
Safvân İbni Assâl sözüne devamla dedi ki:
– Hz. Peygamber bu konuda uzun uzun konuştu. Hatta
bir ara batı taraflarında bulunan bir kapıdan bahsetti. “Kapı yaya yürüyüşüyle kırk yıl veya yetmiş
yıl (yahut râvinin hatırladığına
göre süvari gidişiyle kırk veya yetmiş yıl) genişliğindedir”,
buyurdu.
Şamlı muhaddislerden Süfyân İbni Uyeyne şöyle
dedi:
– Allah gökleri ve yeri yarattığı gün, bu kapıyı
tövbe için açık olarak yaratmıştır. Güneş battığı yerden doğuncaya kadar o kapı
kapanmayacaktır.[15]
Bu konudaki değişik hadislerden ilim öğrenmeyi;
bilen bir kimseyi arayıp bulup öğrenmenin gerekliliğini, alimin üstünlüğünün
ayın ondördü gecesindeki durumunun diğer yıldızlara üstünlüğü gibi olduğunu,
peygamberlerin altın gümüş değil, ilim miras bıraktıklarını, meleklerin ilim
öğrenenlere kanat gerdiklerini, göklerde ve yeryüzündeki her türlü varlıkların
ve sudaki balıkların dahi alimlerin bağışlanması için yalvardıklarını öğrenmiş
oluyoruz.[16]
Ebû Saîd Sa`d İbni Mâlik İbni Sinân el–Hudrî
radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Vaktiyle doksan dokuz kişiyi öldürmüş bir adam
vardı. Bu zât yeryüzünde en büyük âlimin kim olduğunu soruşturdu. Ona bir râhibi
gösterdiler.
Bu adam râhibe giderek:
– Doksan dokuz adam öldürdüm. Tövbe etsem kabul olur
mu? diye sordu.
Râhip:
– Hayır, kabul olmaz, deyince onu da öldürdü.
Böylece öldürdüğü adamların sayısını yüz’e tamamladı. Sonra yine yeryüzünde en
büyük âlimin kim olduğunu soruşturdu. Ona bir âlimi tavsiye ettiler. Onun yanına
giderek:
– Yüz kişiyi öldürdüğünü söyledi; tövbesinin kabul
olup olmayacağını sordu.
Âlim:
– Elbette kabul olur. İnsanla tövbe arasına kim
girebilir ki! Sen falan yere git. Orada Allah Teâlâ’ya ibadet eden insanlar var.
Sen de onlarla birlikte Allah’a ibadet et. Sakın memleketine dönme. Zira orası
fena bir yerdir, dedi.
Adam, denilen yere gitmek üzere yola çıktı. Yarı
yola varınca eceli yetti.
Rahmet melekleriyle azap melekleri o adamı kimin
alıp götüreceği konusunda tartışmaya başladılar.
Rahmet melekleri:
– O adam tövbe ederek ve kalbiyle Allah’a yönelerek
yola düştü, dediler.
Azap melekleri ise:
– O adam hayatında hiç iyilik yapmadı ki, dediler.
Bu sırada insan kılığına girmiş bir melek çıkageldi.
Melekler onu aralarında hakem tayin ettiler.
Hakem olan melek:
– Geldiği yerle gittiği yeri ölçün. Hangisine daha
yakınsa, adam o tarafa aittir, dedi.
Melekler iki mesâfeyi de ölçtüler. Gitmek istediği
yerin daha yakın olduğunu gördüler. Bunun üzerine onu rahmet melekleri alıp
götürdü.[17]
v Sahîh(–i Müslim)deki bir başka rivayete göre:
“O kimse iyi insanların yaşadığı köye bir karış daha
yakın olduğundan oralı sayıldı. ”
v Sahîh(–i Müslim)deki bir diğer rivayete göre:
“Allah Teâlâ öteki köye uzaklaşmasını, beriki köye
yaklaşmasını, meleklere de iki mesâfenin arasını ölçmelerini emretti. Adamın
beriki köye bir karış daha yakın olduğu görüldü. Bunun üzerine
affedildi.”
Bir başka rivayette ise:
“Adam göğsünün üzerinde öteki köye doğru ilerledi”
denilmektedir.
Zümer: 39/53 ve Furkân: 25/70. ayetleri de bu
mesleye ışık tutmaktadır. En büyük günahlar listesinde yer alan adam öldürme
günahının sayısı yüz kişiye ulaşsa bile mutlaka affedileceği bildirilmekte ve
Allah’ın rahmetinden ümit kesilmemesi hatırlatılmaktadır. Günah ne kadar büyük
olursa olsun Allah’ın rahmeti ve merhameti günahlardan çok daha
büyüktür.
Bu okuyacağımız uzunca hadisten müslümanın doğru ve dürüst olması gerektiğini, işlediği günahtan dolayı pişmanlık duyup ağlayıp sızlaması gerektiğini, yaptığı tüm hata ve günahlardan dolayı kendisini her an hesaba çekip kontrol etmesi gerektiğini, kişinin kendi aleyhine bile olsa doğru sözlü olması gerektiğini, müslümanca bir haber alınınca şükür secdesine kapanılabileceğini, içerisinde Allah ismi yazılı olan bir vesikanın hakaret maksadı olmaksızın yakılabileceğini, hayırlı bir haber getirene hediye verilebileceğini, doğru olan kimsenin dünya ve ahirette saadette olacağını ve Allah tarafından desteklendiğini öğrenmiş olacağız.[18]
Kâ’b İbni Mâlik radıyallahu anh gözlerini
kaybettiği zaman onu elinden tutup götürme görevini üstlenen oğlu Abdullah’dan
rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile
birlikte Tebük Gazvesi’ne katılmadığına dair mâcerasını Kâ`b İbni Mâlik
radıyallahu anh’den şöyle anlatırken duydum:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
gittiği gazâlardan sadece Tebük Gazvesi’ne katılmamıştım. Gerçi Bedir
Gazvesi’nde de bulunamamıştım. Zaten Bedir’e katılmadıkları için hiç kimse
azarlanmamıştı. O vakit Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile
müslümanlar (savaşmak için değil) Kureyş kervanını takibetmek için yola
çıkmışlardı. Nihayet Allah Teâlâ müslümanlarla düşmanlarını, aralarında verilmiş
herhangi bir karar olmadığı halde bir araya getiriverdi. Halbuki ben Akabe
bîatının yapıldığı gece, İslâm’a yardım etmek üzere söz verirken Resûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in yanındaydım. Her ne kadar Bedir Gazvesi
halk arasında Akabe gecesinden daha meşhursa da, ben Bedir’de bulunmayı Akabe’de
bulunmaktan daha üstün görmem.
Tebük Gazvesi’ne Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem ile birlikte gitmeyişim şöyle oldu:
Ben katılmadığım bu gazve sırasındaki kadar hiçbir
zaman kuvvetli ve zengin olamamıştım. Vallahi Tebük Gazvesi’nden önce iki deveyi
bir araya getirememiştim. Bu gazvede iki tane binek devesine sahip olmuştum. Bir
de Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir gazveye hazırlandığı zaman
asıl hedefi söylemez, bir başka yere gittiği sanılırdı. Fakat bu gazve sıcak bir
mevsimde uzak bir yere yapılacağı ve kalabalık bir düşmanla karşı karşıya
gelineceği için Resûl–i Ekrem durumu açıkladı. Savaşın özelliğine göre
hazırlanabilmeleri için müslümanlara nereye gideceklerini söyledi. Resûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber sefere gidecek müslümanların
sayısı çok fazlaydı. Adlarını bir deftere yazmak mümkün değildi.
Kâ’b sözüne şöyle devam etti:
Savaşa gitmemek için gözden kaybolunduğu takdirde,
hakkında bir âyet nâzil olmadıkça, işin gizli kalacağı zannedilebilirdi.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu gazveyi meyvaların
olgunlaştığı, gölgelerin arandığı sıcak bir mevsimde yapmıştı. Ben de bunlara
pek düşkündüm. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile müslümanlar
savaş hazırlığına başladılar. Ben de onlarla birlikte savaşa hazırlanmak için
çıkıyor, fakat hiçbir şey yapmadan geri dönüyordum. Kendi kendime de “Canım, ne
zaman olsa hazırlanırım” diyordum. Günler böyle geçti. Herkes işini ciddi tuttu
ve bir sabah Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte
müslümanlar erkenden yola çıktılar. Ben ise hâlâ hazırlanmamıştım. Yine sabah
evden çıktım, hiçbir şey yapamadan geri döndüm. Hep aynı şekilde davranıyordum.
Savaş henüz başlamamıştı, ama mücâhidler hayli yol almışlardı. Yola çıkıp onlara
yetişeyim dedim, keşke öyle yapsaymışım; bunu da başaramadım. Resûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem savaşa gittikten sonra insanların arasına
çıktığımda beni en çok üzen şey, savaşa gitmeyip geride kalanların ya münafık
diye bilinenler veya âciz oldukları için savaşa katılamayan kimseler olmasıydı.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
Tebük’e varıncaya kadar adımı hiç anmamış. Tebük’te ashâbın arasında
otururken:
– “Kâ’b İbni Mâlik ne yaptı?” diye sormuş. Bunun üzerine Benî Selime’den bir
adam:
– Yâ Resûlallah! Elbiselerine ve sağına soluna bakıp
gururlanması onu Medine’de alıkoydu, demiş.
Bunun üzerine Muâz İbni Cebel ona:
– Ne fena konuştun! demiş. Sonra da Peygamber
aleyhisselâm’a dönerek, yâ Resûlallah! Biz onun hakkında hep iyi şeyler
biliyoruz, demiş. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hiçbir şey
söylememiş. O sırada çok uzaklarda beyazlar giymiş bir adamın gelmekte olduğunu
görmüş:
– “Bu Ebû Hayseme olaydı” demiş. Bir de bakmışlar ki, gelen adam Ebû Hayseme
el–Ensârî değil mi!
Ebû Hayseme, (bir savaş hazırlığı sırasında) bir
ölçek hurma verdiği için münafıklara alay konusu olan zâttır.
Kâ’b sözüne şöyle devam etti:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
Tebük’ten Medine’ye hareket ettiğini öğrendiğim zaman beni bir üzüntü aldı.
Söyleyeceğim yalanı düşünmeye başladım. Kendi kendime “Yarın onun öfkesinden
nasıl kurtulacağım?” dedim. Yakınlarımdan görüşlerine değer verdiğim kimselerden
akıl almaya başladım. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in gelmek
üzere olduğunu söyledikleri zaman, kafamdaki saçma düşünceler dağılıp gitti.
Onun elinden hiçbir şekilde kurtulamayacağımı anladım. Herşeyi dosdoğru
söylemeye karar verdim. Peygamber aleyhisselâm sabahleyin Medine’ye
geldi. Seferden dönerken önce Mescid–i Nebevî’ye gelerek iki rek’at namaz kılar,
sonra halkın arasına gelip otururdu. Yine öyle yaptı. Bu sırada savaşa
katılmayanlar huzuruna geldiler; neden savaşa gidemediklerini yemin ederek
anlatmaya başladılar. Bunlar seksenden fazla kimseydi. Hz. Peygamber onların
ileri sürdüğü mâzeretleri kabul etti; kendilerinden bîat aldı; Allah Teâlâ’dan
bağışlanmalarını niyâz etti ve iç yüzlerini O’na bıraktı. Sonunda ben geldim.
Selâm verdiğim zaman dargın dargın gülümsedi; sonra:
– “Gel!”, dedi. Ben de yürüyerek yanına geldim ve önüne
oturdum. Bana:
– “Niçin savaşa katılmadın? Binek hayvanı satın
almamış mıydın?” diye sordu. Ben
de:
– Yâ Resûlallah! Allah’a yemin ederim ki, senden
başka birinin yanında bulunsaydım, ileri süreceğim mâzeretlerle onun öfkesinden
kurtulabilirdim. Çünkü insanlara fikrimi kabul ettirmeyi iyi beceririm. Fakat
yine yemin ederim ki, bugün sana yalan söyleyerek gönlünü kazansam bile, yarın
Cenâb–ı Hak işin doğrusunu sana bidirecek ve sen bana güceneceksin. Şayet
doğrusunu söylersem, bana kızacaksın. Ama ben doğru söyleyerek Allah’dan hayırlı
sonuç bekliyorum. Vallahi savaşa gitmemek için hiçbir özürüm yoktu. Hiçbir zaman
da gazâdan geri kaldığım sıradaki kadar kuvvetli ve zengin olamamıştım, dedim.
Kâ’b sözüne devamla dedi ki:
Bunun üzerine Hz. Peygamber:
– “İşte bu doğru söyledi. Haydi kalk, senin hakkında
Allah Teâlâ hüküm verene kadar bekle!” buyurdu. Ben kalkınca Benî Selime’den bazıları
yanıma takılarak:
– Vallahi senin daha önce bir suç işlediğini
bilmiyoruz. Savaşa katılmayanların ileri sürdükleri gibi bir mâzeret
söyleyemedin. Halbuki günahlarının bağışlanması için Peygamber
aleyhisselâm’ın istiğfâr etmesi yeterdi, dediler.
Kâ’b sözüne şöyle devam etti:
Beni o kadar çok ayıpladılar ki, tekrar
Resûlullah’ın yanına dönüp biraz önceki sözlerimin yalan olduğunu söylemeyi bile
düşündüm. Sonra onlara:
– Bana verilen cezaya çarptırılan bir başka kimse
var mı? diye sordum.
– Evet. Seninle beraber bu cezaya uğrayan iki kişi
daha var, dediler. Onlar da senin gibi konuştular ve senin aldığın cevabı
aldılar.
– O iki kişi kim? diye sordum.
– Biri Mürâre İbni Rebî` el–Amrî, diğeri de Hilâl
İbni Ümeyye el–Vâkıfî diyerek, herbiri Bedir Gazvesi’ne katılmış olan iki
mükemmel örnek şahsiyetin adını verdiler. Bunun üzerine ben geri dönme
düşüncesinden vazgeçerek yoluma devam ettim.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem savaşa
katılmayanlardan sadece üçümüzle konuşulmasını yasakladı. İnsanlar bizimle
konuşmaktan kaçındılar veya bize karşı tavırlarını değiştirdiler. Hatta bana
göre yer yüzü bile değişti. Sanki burası benim memleketim değildi. Elli gün
böyle geçti. İki arkadaşım boyunlarını büktüler; ağlayarak evlerinde oturdular.
Ben ise onlardan daha genç ve dayanıklı idim. Dışarı çıkarak cemaatle namaz
kılar, çarşılarda dolaşırdım. Fakat kimse benimle konuşmazdı. Namaz bittikten
sonra Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yerinde otururken yanına
gelir, kendisine selâm verirdim. Kendi kendime “Acaba selâmımı alırken
dudaklarını kıpırdattı mı kıpırdatmadı mı” diye sorardım. Sonra ona yakın bir
yerde namaz kılar ve farkettirmeden kendisine bakardım. Ben namaza dalınca bana
doğru döner, kendisine baktığım zaman da yüzünü çeviriverirdi.
Müslümanların bana karşı olan sert tutumları uzun
süre devam edince, amcamın oğlu ve en çok sevdiğim insan Ebû Katâde’nin
bahçesine gidip duvardan içeri atladım ve selâm verdim. Vallâhi selâmımı almadı.
Ona:
– Ebû Katâde! Allah adına and vererek soruyorum.
Benim Allah’ı ve Resûlullah’ı ne kadar sevdiğimi biliyor musun? diye sordum. Hiç
cevap vermedi. Ona and vererek bir daha sordum. Yine cevap vermedi. Bir daha
yemin verince:
– Allah ve Resûlü daha iyi bilir, dedi. Bunun
üzerine gözlerimden yaşlar boşandı. Geri dönüp duvardan atladım.
Birgün Medine çarşısında dolaşıyordum. Medine’ye
yiyecek satmak üzere gelen Şamlı bir çiftçi:
– Kâ’b İbni Mâlik’i bana kim gösterir? diye sordu.
Halk da beni gösterdi. Adam yanıma gelerek Gassân Meliki’nden getirdiği bir
mektup verdi. Ben okuma yazma bilirdim. Mektubu açıp okudum. Selâmdan sonra
şöyle diyordu:
– Duyduğumuza göre Efendiniz seni üzüyormuş. Allah
seni değerinin bilinmediği ve hakkının çiğnendiği bir yerde yaşayasın diye
yaratmamıştır. Hemen yanımıza gel, sana izzet ikrâm edelim.
Mektubu okuyunca, bu da bir başka belâ, dedim. Hemen
onu ateşe atıp yaktım.
Nihayet elli gün’den kırk’ı geçmiş, fakat vahiy
gelmemişti. Birgün Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in gönderdiği
bir şahıs çıkageldi.
– Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sana
eşinden ayrı oturmanı emrediyor, dedi.
– Onu boşayacak mıyım, yoksa ne yapacağım? diye
sordum.
– Hayır, ondan ayrı duracak, kendisine
yanaşmayacaksın, dedi. Hz. Peygamber diğer iki arkadaşıma da aynı emri gönderdi.
Bunun üzerine karıma:
– Allah Teâlâ bu mesele hakkında hüküm verene kadar
ailenin yanına git ve onların yanında kal, dedim.
Hilâl İbni Ümeyye’nin karısı Resûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem’e giderek:
– Yâ Resûlallah! Hilâl İbni Ümeyye çok yaşlı bir
adamdır. Kendisine bakacak hizmetçisi de yoktur. Ona hizmet etmemde bir sakınca
görür müsün? diye sormuş. Hz. Peygamber de:
– Hayır görmem. Ama katiyen sana
yaklaşmasın, buyurmuş. Kadın da
şöyle demiş:
– Vallahi onun kımıldayacak hâli yok. Allah’a yemin
ederim ki, başına bu iş geleliberi durmadan ağlıyor.
Kâ`b sözüne şöyle devam etti:
– Yakınlarımdan biri bana: Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’den eşinin sana hizmet etmesi için izin istesen olmaz mı!
Baksana Hilâl İbni Ümeyye’ye bakması için karısına izin verdi, dedi. Ben de ona:
Hayır, bu konuda Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den izin
isteyemem. Üstelik ben genç bir adamım. İzin istesem bile Peygamber
aleyhisselâm’ın bana ne diyeceğini bilemem, dedim.
Bu vaziyette on gün daha durdum. Bizimle konuşulması
yasaklandığından bu yana tam elli gün geçmişti. Ellinci gecenin sabahında,
evlerimizden birinin damında sabah namazını kıldım. Allah
Teâlâ’nın (Kur’ân–ı Kerîm’de bizden) bahsettiği üzere canım iyice sıkılmış, o
geniş yeryüzü bana dar gelmiş bir vaziyette otururken, Sel Dağı’nın tepesindeki
birinin var gücüyle:
– “Kâ`b İbni Mâlik! Müjde!” diye bağırdığını duydum.
Sıkıntılardan kurtulma gününün geldiğini anlayarak hemen secdeye kapandım.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sabah
namazını kıldırınca, Allah Teâlâ’nın tövbelerimizi kabul ettiğini ilân etmiş.
Bunun üzerine ahâlî bize müjde vermeye koşmuş. İki arkadaşıma da müjdeciler
gitmiş. Bunlardan biri bana doğru at koşturmuş. Eslem kabilesinden bir diğer
müjdeci koşup Sel Dağı’na tırmanmış, onun sesi atlıdan önce bana ulaşmış. Sesini
duyduğum müjdeci yanıma gelip beni tebrik edince, sırtımdaki elbiseyi de çıkarıp
müjdesine karşılık ona giydirdim. Vallahi o gün giyecek başka elbisem yoktu.
Emanet bir elbise bulup hemen giydim. Peygamber aleyhisselâm’ı görmek
üzere yola koyuldum. Beni grup grup karşılayan sahâbîler tövbemin kabul edilmesi
sebebiyle tebrik ediyor ve “Allah Teâlâ’nın seni bağışlaması kutlu olsun”
diyorlardı.
Nihayet Mescid’e girdim. Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem ashâbın ortasında oturuyordu. Talha İbni Ubeydullah hemen
ayağa kalktı, koşarak yanıma geldi, elimi sıktı ve beni tebrik etti. Vallahi
muhâcirînden ondan başka kimse ayağa kalkmadı.
Râvi der ki, Kâ’b, Talha’nın bu davranışını hiç
unutmazdı.
Kâ’b sözüne şöyle devam etti:
Peygamber aleyhisselâm’a selâm verdiğimde
yüzü sevinçten parıldayarak:
– “Dünyaya geldiğindenberi yaşadığın bu en hayırlı
gün kutlu olsun!” buyurdu. Ben
de:
– Yâ Resûlallah! Bu tebrik senin tarafından mıdır,
yoksa Allah tarafından mı? diye sordum.
– “Benim tarafımdan değil, Yüce Allah
tarafından”, buyurdu. Sevindiği
zaman Peygamber aleyhisselâm’ın yüzü parıldar, ay parçasına benzerdi. Biz
de sevindiğini böyle anlardık.
Resûl–i Ekrem’in önünde oturduğumda:
– Yâ Resûlallah! Tövbemin kabul edilmesine şükran
olarak bütün malımı Allah ve Resûlullah uğrunda fakirlere dağıtmak istiyorum,
dedim. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
– “Malının bir kısmını dağıtmayıp elinde tutman
senin için daha hayırlı olur” buyurdu. Ben de:
– Hayber fethinde hisseme düşen malı elimde
bırakıyorum, dedikten sonra sözüme şöyle devam ettim. Yâ Resûlallah! Allah Teâlâ
beni doğru söylediğimden dolayı kurtardı. Tövbemin kabul edilmesi sebebiyle,
artık yaşadığım sürece sadece doğru söz söyleyeceğim.
Vallâhi bunu Peygamber aleyhisselâm’a
söylediğim gündenberi doğru sözlü olmaktan dolayı Allah Teâlâ’nın hiç kimseyi
benden daha güzel mükâfatlandırdığını bilmiyorum. Yemin ederim ki, Peygamber
aleyhisselâm’a o sözleri söylediğim günden bu yana bilerek hiç yalan
söylemedim. Kalan ömrümde de Cenâb–ı Hakk’ın beni yalan söylemekten koruyacağını
umarım.
Kâ’b sözüne devamla şöyle dedi:
Bunun üzerine Allah Teâlâ şu âyet–i kerîmeleri
indirdi:
“Allah (savaşa gitmek istemeyenlere izin vermesi
sebebiyle) Peygamberini bağışladığı gibi, bir kısmının kalbi kaymak üzere iken
güçlük zamanında Peygamber’e uyan muhâcirlerle ensârın da tövbelerini kabul
etti. Çünkü Allah onlara çok şefkatli, pek merhametlidir.
“Hani şu tövbeleri (Allah’ın emri gelene kadar) geri
bırakılan üç kişinin de tövbesini kabul etti. Bütün genişliğine rağmen yeryüzü
onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini iyice sıkıştırmıştı. Nihayet Allah’dan
başka sığınılacak kimse olmadığını anlamışlardı. Eski hâllerine dönmeleri için
Allah onların tövbelerini kabul etti. Çünkü Allah tövbeleri kabuledici ve
bağışlayıcıdır.
“Ey imân edenler! Allah’ın azâbından korkun ve
doğrularla beraber olun” (Tevbe:
9/117–119).
Kâ’b şöyle devam etti:
Allah’a yemin ederim ki, beni İslâmiyet’le
şereflendirdikten sonra Cenâb–ı Hakk’ın bana verdiği en büyük nimet, Peygamber
aleyhisselâm’ın huzurunda doğruyu söylemek ve yalan söyleyip de helâk
olmamaktır. Çünkü Allah Teâlâ şu yalan söyleyenler hakkında vahiy gönderdiği
zaman, hiç kimseye söylemediği ağır sözleri söyledi ve şöyle buyurdu:
“O savaştan kaçanların yanına döndüğünüz zaman,
kendilerini hesaba çekmiyesiniz diye Allah adına yemin ederler. Onlardan yüz
çevirin. Çünkü onlar pistirler. Yaptıklarına ceza olmak üzere varacakları yer
cehennemdir. Kendilerinden râzı olasınız diye size yemin de ederler. Siz
onlardan râzı olsanız bile Allah fâsıklardan aslâ râzı olmaz” (Tevbe: 9/95–96).
Kâ’b sözüne şöyle devam etti:
Biz üç arkadaşın bağışlanması, Peygamber
aleyhisselâm’ın yeminlerini kabul edip kendilerinden bîat aldığı ve
Cenâb–ı Hak’dan affedilmelerini dilediği kimselerin bağışlanmasından (elli gün)
geri kalmıştı. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, hakkımızda Allah
Teâlâ bir hüküm verene kadar bize yapacağı muameleyi tehir etmişti. Nihayet
Allah Teâlâ –anlatıldığı üzere– hükmünü verdi. Allah Teâlâ’nın “tövbeleri geri kalan üç kişinin…” diye bahsettiği bu geri kalış, bizim savaştan geri
kalmamız değildir; bu, Hz. Peygamber’e gelip yemin ederek mâzeretleri olduğunu
söyleyenlerin özürlerini Peygamber aleyhisselâm’ın kabul etmesi, bize
yapacağı muameleyi ise geriye bırakması olayıdır.[19]
Diğer bir rivayet:
“Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Tebük
Gazvesi’ne perşembe günü çıkmıştı. Sefere perşembe günü gitmeyi severdi”
şeklindedir.[20]
Başka bir rivayette ise:
“Seferden mutlaka gündüzün kuşluk vakti dönerdi.
Dönünce de ilk iş olarak Mescid’e uğrar, iki rek’at namaz kılar, sonra orada
otururdu” denilmektedir.[21]
Ebû Nüceyd İmrân İbni Husayn el–Huzâî radıyallahu
anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Cüheyne kabilesinden zina ederek gebe
kalmış bir kadın Peygamber aleyhisselâm’ın huzuruna geldi ve:
– Yâ Resûlallah! Cezayı gerektiren bir suç işledim.
Cezamı ver, dedi.
Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm kadının
velisini çağırttı. Ona:
– “Bu kadına iyi davran! Doğum yapınca bana
getir!” buyurdu.
Adam Resûl–i Ekrem’in buyurduğu gibi yaparak kadını
doğumdan sonra getirdi.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
kadının üzerine elbisesinin iyice bağlanmasını emretti; sıkı sıkıya bağladılar.
Sonra Peygamber aleyhisselâm’ın emri üzerine taşlanarak öldürüldü. Daha
sonra Resûl–i Ekrem kadının cenaze namazını kıldı.
Hz. Ömer:
– Yâ Resûlallah! Zina etmiş bir kadının namazını mı
kılıyorsun? diye sorunca Hz. Peygamber şunları söyledi:
– “O kadın öyle bir tövbe etti ki, şayet onun
tövbesi Medine halkından yetmiş kişiye taksim edilseydi, hepsine yeterdi. Sen
Cenâb–ı Hakk’ın rızasını kazanmak için can vermekten daha üstün bir şey biliyor
musun?”[22]
İbni Abbas ve Enes İbni Mâlik radıyallahu
anhüm’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
“İnsanoğlunun bir dere dolusu altını olsa, bir dere
daha ister. Onun ağzını topraktan başka bir şey doldurmaz. Ama Allah, tövbe
edenin tövbesini kabul eder.”[23]
Bu hadîs-i şerîf insanın ne kadar aç gözlü ve
kanaatsiz bir varlık olduğunu ortaya koyuyor. Açgözlülük ve doyumsuzluğun da
günah olduğunu ve bundan dolayı tevbe edilmesi gerektiğini bize hatırlatıyor.
Tüm günahlar insanın manevî hayatını nasıl tahrib ederse, dünya malına duyulan
aşırı hırs da insanın geleceğini tehlikeye sokar. Allah korusun kulluk ve
ibadetlerden müslümanı alıkor. Müslim Zekat 115 de geçen bir hadîs-i şerîfde:
“İnsan ihtiyarlayınca çok kazanma
hırsı ve çok yaşama arzusu hep genç kalır.” buyurularak bu doyumsuzluğun sebebi izah
edilmiştir. Tüm bunlar cimrilikten kaynaklanmaktadır, (İsra: 17/100) de olduğu
gibi kazanmak; yaratılış gayesinden uzaklaştırmadığı sürece faydalı olabilir,
sevap kazandırabilir. Ahireti kazanmayı ve Allah rızası için dağıtmayı unutturan
her kazanç boştur ve insana yüktür. Açgözlülük, cimrilik ve dünyaya doyumsuzluk
kişiyi yaratılış gayesinden uzaklaştıracağından hem dünya hem de ahiret hayatını
perişan eder. [24]
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet
edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Biri diğerini öldüren ve her ikisi de cennete giren
iki kişiden Allah Teâlâ hoşnut olur. Bunlardan biri Allah yolunda savaş ederken
diğeri tarafından öldürülür. Katil olan da daha sonra tövbe eder, müslüman olur,
o da Allah yolunda savaşırken şehid düşer.”[25]
Kaynak;
Bu iki hadis ileride 1871 ve 1872
numarada tekrar gelecektir.[5] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam
Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 8.
[6] Buhârî, Daavât 4; Müslim, Tevbe 1,
7, 8.[7] Müslim, Tevbe 7. Bu hadisin bir benzeri 414, 441,
1436 da tekrar gelecektir.[8] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam
Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 8.[9] Müslim, Tevbe 31.Bu hadis 438 numarada tekrar
gelecektir.[10] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam
Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 8.[11] Müslim, Zikir 43.[12] Buharî, Deavât 4. Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam
Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 8.[13] Tirmizî, Daavât 98. Ayrıca bk. İbni
Mâce, Zühd 30.[14] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam
Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 9.[15] Tirmizî, Daavât 98. Ayrıca bk.
Tirmizî, Tahâret, 71; Nesâî, Tahâret 97, 113; İbni Mâce, Fiten 32.Bu hadisin kişi sevdiği ile
beraberdir bölümü ileride 369, 370 371 de tekrar gelecektir.[16] Timîzî, İlim 19; Ebû Dâvût, İlim
1.Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam
Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 9.[17] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe
46, 47, 48.[18] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam
Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 10.[19] Buhârî, Megâzî 79; Müslim, Tevbe
53. Ayrıca bk. Tirmizî, Tefsîru sûre (9).[20] Buhârî, Cihâd 103.[21] Müslim, Müsâfirîn 74; Ebû Dâvûd,
Cihad 166.1531’de bir bölümü
gelecektir.[22] Müslim, Hudûd 24. Ayrıca bk. Ebû
Dâvûd, Hudûd 24; Nesâî, Cenâiz 64.Bu hadis ileride 913 numarada tekrar
gelecek, gerekli açıklama orada yapılacaktır.[23] Buhârî, Rikak 10; Müslim, Zekât
116–119. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 27, Menâkıb 32, 64; İbni Mâce, Zühd
27.[24] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam
Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 15.[25] Buhârî, Cihâd 28; Müslim, İmâre
128, 129. Ayrıca bk. Nesâî, Cihâd 38; İbni Mâce, Mukaddime
13.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder