26 Eylül 2012 Çarşamba

Peygamber Efendimiz(s.a.v)'in Hayatı Doğum Öncesi, Doğumu ve Çocukluğu

 PEYGAMBER EFENDİMİZ (S.A.V)'İN HAYATI
(2. BÖLÜM)

 Efendimizin Dünyaya Teşrifleri Sırasında Meydana Gelen Hârikâ Hâdiseler;

Nebiyy-i Ekrem Efendimizin dünyaya teşrifleri esnasında meydana gelen ha­rika hadiselerden biride;

Medâyin’deki Kisrâ Sarayından 14 Burç Çatırdayarak Yıkıldı

Kâinatın Efendisinin doğduğu geceydi. Saatler, doğum anlarını gösteri­yordu.

Derin uykuya dalan Medâyin şehri, korkunç bir çatırtı ve gürültü sesiyle uyandı. Hükümdarla birlikte halk da heyecan içinde yataklarından fırladı. Manzara korkunçtu ve telâş verici idi: Hükümdar Sarayının o sapasağlam burçlarından 14’ü, çatırdayarak yıkılıvermişti!

Geceyi korkular içinde geçiren Kisrâ, sabaha çıkar çıkmaz memleketinin di­nî reislerini derhal bir toplantıya çağırdı. Toplantıda, cereyan eden hadisenin neyin nesi olduğunu görüşeceklerdi.
Kisrâ, tacını giymiş, tahtına oturmuştu. Henüz müzâkereye başlamamış­lardı ki doludizgin yaklaşan bir atlı, elinde bir mektup getirdi. Mektupta, İs­tah­ra­bad’da binlerce seneden beri ışıl ışıl yanan ateşlerinin söndüğü haber verili­yordu.

Bu haber, Kisrânın korku ve heyecanını daha da artırdı.

Bu sırada toplantıda bulunan İran Başkadısı Mûbezan, söz alarak, gördüğü bir rüyayı anlattı: “Gördüm ki yüzlerce kükremiş deve, önlerinde şaha kalkmış Arap atları olduğu halde Dicle suyunu geçti ve İran topraklarına yayıldılar.”

Kisrâ, doğru sözlü, bilgili ve adaletli Mûbezan’ın bu rüyasını da manalı bul­du. Sinirleri fazlasıyla gerilmişti. Bu muammayı çözmek istiyordu. Bilgisine ve irfanına güvendiği Mûbezan’a sordu: “Peki, bu neye işaret olabilir?”

Başkadının cevabı kısa ve öz oldu: “Araplar tarafından çok önemli bir şey­ler olacağına işaret olabilir!”

Kisrâ, bunun üzerine derhal Hire Vâlisi Numan b. Mün­zir’e bir mektup yazdı. Mektupta, “Bana orada bulunan âlimlerden, suallerime cevap verebile­cek kudrette biri var­sa gönder!” diyordu.
Mektubu alan Numan, işin ciddiyetini anladı ve derhal Ab­dü’l-Mesih b. Amr adında bir bilgini Medâyin’e gönder­di.

Gelen âlimi, hükümdar, derhal huzura kabul etti. Cereyan eden hadiseleri anlattıktan sonra, kendisinden bu hususta bilgi istedi.

Abdü’l-Mesih, Kisrâya, hadiseler hakkında bir bilgi veremeyeceğini söyledi ve ilave etti: “Şam yakınında Cabi­ye’­de oturan dayım Satîh’te, bunlara cevap ve­recek bilgi var­dır.”
Bunun üzerine Kisrâ, Abdü’l-Mesih’i, gidip, Satîh’ten hadiseler hakkında bilgi almak üzere vazifelendirdi.

Meşhur Şam kâhini Satîh, kemiksiz, adeta âzâsız bir vücut, yüzü göğsü için­de bir acube-i hilkat ve çok yaşlı bir kâhindi. Daima sırtüstü yatardı. Bir yere götürülmek istendiği zaman bohça gibi katlanırdı. Gaibten verdiği doğru ha­berler, o zamanın insanları arasında meşhurdu.

Abdü’l-Mesih, dağ taş demeden yol alarak, dayısı Sa­tîh’in yanına vardı. O sı­rada Satîh, hayatının son anlarını yaşıyor, şiddetli has­talık içinde kıvranı­yor­du. Hastalığın şiddeti dudaklarından konuşma kudretini de alıp götür­müştü ki gelen adamın ne selamını alabildi ve ne de konuşabildi.

Fakat Abdü’l-Mesih olup bitenleri anlatınca, iş birden değişiverdi. Ölüm döşeğinde ecelle pençeleşen Satîh, gözlerini bir­den açtı ve sanki kabir kapısına değil, dünya evinin kapısına yeni ayak basacakmış gibi canlanarak heyecan içinde haykırdı: “Ey Abdü’l-Me­sih! İlâhî vahyin okun­ması çoğalacak! Asâ’nın sahibi, peygamber olarak gönderildi. Semâve vadisini su bastı, Farsların ateşi söndü. Artık Şam da Şam değil Satîh için... Şunu bil ki zaman üzerinde hükmü geçerli olan Mutlak Hâkim, böyle istedi ve gelen peygamberle nebilik ipinin iki ucunu düğümledi.” Derin bir nefes çektikten sonra da ilave etti: “Sasanî­ler­den, yıkılan burç sayısınca hükümdar gelecek ve sonra hüküm ye­rini bulacaktır.”[4]

Bu cümleler, Satîh’in dudaklarından dökülen son sözler oldu. Sanki bu ger­çeği dile getirmek için bekleyip durmuştu. Sözlerini bitirir bitirmez gözlerini kapadı ve ruhunu Yüce Allah’a teslim etti.
Meşhur Kâhin Satîh, bu sözleriyle açıkça ahir zaman Pey­gamberinin dün­yaya gelmiş olduğunu haber veriyordu.

O âna kadar bir benzeri görülmemiş bu hadise, dünyaya o gece şeref veren zâtın, beraberinde getirdiği sönmez nurla, Maz­deiz­min[5]karanlık inancı içinde kıvranan İran saltanatını ortadan kaldıracağına işaretti. Nitekim tarih buna da şahit oldu ve hadiseler Satîh’in haber verdiği gibi cereyan etti: İran devleti, alt­mış yedi yıl süren on dört hükümdarın idaresinden sonra, Kadi­siy­ye’de Hâ­te­mü’l-Enbiya’nın ordusu tarafından İslam topraklarına katıldı.

Kaynak; [1] Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nuriye, s. 106.[2] Kastalani, Mevahibü’l-Ledünniyye, c. 1, s. 22.[3] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 162-163.[4] Taberî, c. 12, s. 131-132.[5] Mezdek (Mazdek) adında birinin kurduğu, eski İran’da dinî bir mezheptir. Zerdüşt tarafından va’z edilen Maniheizmin ıslah edilmiş bir şekli olarak gören ve kabul edenler de vardır. Bu mezhebin bilinen belli başlı hususîyeti, mülk­te ve kadınlarda iştiraki kabul etmesidir. Bunun yanında, zühdle ilgili olarak hayvanları öldürmek ve eti­ni yemek de, bu mezhebin yasakladığı şeyler ara­sındadır (İslam Ansiklopedisi, c. 8, s. 201-205).[6] Taberî, Tarih, c. 2, s. 131; Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 726-733; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 161-163.[7] Bediüzzaman Said Nursî, a.g.e., s. 163.Yazar: Salih Suruç, http://www.resulullah.org/

2 yorum:

  1. bloğunuz çok ilgimi çekti. geniş bir zamanda daha geniş geniş okuyacam yazılarınızı. sevgiler..

    YanıtlaSil
  2. Çok teşekkür ederim.

    Saygılar.

    YanıtlaSil