İmanda Sevgi Boyutu ve Allah Sevgisi;
1. İmanda Sevgi Boyutu
Sevgi, imanın duygu unsuru içinde yer alan en temel duygulardan
biridir. Öyle ki içinde sevginin bulunmadığı bir imanın varlığından bahsetmek
imkânı yoktur1. Psikologların dinle en çok ilgili gördükleri duygu
sevgidir2. Bu yönüyle sevgi imanın yapısını oluşturan duygu içinde
birinci sırayı almaktadır. Tabiî bu birinci sırada oluş ancak bir yığın alt
inançlarıyla birlikte kendi içinde bir bütünlük oluşturan imanın genelinden
hareket edilerek yapılmış bir değerlendirmedir.
Bir dine iman eden kişinin, genel anlamda bu dine imanı
değerlendirildiğinde, burada sevgi duygusu hâkimdir. Mü’minde olan sevgi temelde
din sevgisidir; iman ettiği dinin en güzel, en doğru olduğunu düşünür ve dinine
sevgiyle bağlıdır. Bu anlamda iman esaslarının hepsi bir anlamda sevgiye
dayanır.
Zaten imanın içinde temel bir duygu olan güven ancak sevgi
toprağında kök salabilir. Sevgi güvene zemin hazırlar. Yapılan bir anket
çalışmasında öğrencilerin ifade ettikleri gibi kişi sevdiğine güvenir ve
güvendiğiyle daha rahat bir ilişki kurar3. Sevgiye dayanmayan ve
sevgiyle beslenmeyen bir güven her an yıkılabilir. Halbuki iman kendi içinde
değer yönünden farklılık taşımakla birlikte; güç açısından yapılan bir ölçümde,
onun en küçük sayıyı alanı dahi kolayca yıkılabilecek bir karakterde değildir.
Burada iman binasında sevginin sahip olduğu odalar, diğer iman
esaslarının kendisine bağlı bulunduğu, dinin ve imanın özünü oluşturan Allah
sevgisinden hareketle açıklanmıştır.
2. Allah Sevgisi
Allah sevgisi Allah’a imanın varlık şartları içinde en
önemlisidir. Küllî bir karakterde olması sebebiyle imanı salt duyguya
indirmiyorsak da eğer imanı, unsurları içinde sadece biriyle ifade etmek
zorunluluğu doğsa, herhalde burada onun sevgi olduğu söylenirdi. İmanın
“duygusal unsuru sevgiden ayrılamaz”4. İnsanın, evrende var olan her
şeyin yaratıcısı ve yegâne mâliki Rahmân, Rahîm ve Velî olan bir Rabb’e iman
etmesine bağlı olarak onu sevmesi tabiîdir. Kur’ân-ı Kerîm’de “İnsanlardan kimi
Allah’tan başkasını Allah’a eşler ve benzerler edinir de, Allah’ı sever gibi
onları severler. İman edenler ise en çok Allah’ı severler”5
buyurularak bir taraftan ubûdiyetin temelinin sevgi olduğu beyan olunmakta,
diğer taraftan mü’minlerin en çok Allah’ı sevdiği ifade edilmektedir.
Elmalılı’nın (1878-1942) bu âyete dayanarak açıkladığı gibi insanın Allah’a
kulluğunda asıl olan sevgi olup; mâbud aynı zamanda en yüksek sevgilidir.
Dolayısıyla kişi en çok neyi seviyorsa, onu kendine mâbud edinmiş
olur6. Dinde riyanın kabul edilmemesi ve kınanması da kullukta
sevginin şart olduğuna işaret etmektedir7.
Kulun mâbuduyla kurduğu sevgi bağı, tek taraflı bir bağ değildir.
Kur’ân-ı Kerîm’de kulun Rabb’ine olan sevgisine yer verildiği gibi, Allah’ın
kuluna olan sevgisine de yer verilir8. Ancak Kur’ân’da Allah’ın
kulunu sevmesi İncil’de olduğundan tamamen farklıdır. Hıristiyanlık’ta, sevgiyle
insan ve yaratıcısı arasındaki ekzistansiyel ayrımının üzerine
çıkılabilir9. İncil’de Tanrı ve insan arasındaki ontolojik farklılığı
yok edecek şekilde âdeta bir baba veya anne gibi Tanrı sevgisinden
bahsedilirken, Kur’ân’da Rab-kul ilişkisi her zaman korunarak Allah’ın insana
duyduğu sevgi belirli şartlara bağlanmıştır10. Üstelik muhtelif
âyetlerde Allah’ın kimleri sevip kimleri sevmediği beyan edilmektedir. Meselâ
Kur’ân’da Allah’ın sabredenleri11, müttakileri12, tevekkül
edenleri13, adaletli davrananları14 sevdiği; ama
kâfirleri15, zalimleri16, müsrifleri17,
müstekbirleri18 sevmediği zikredilir19. Bütün bu âyetler
insan-tanrı ilişkisinin duygusal yönünü göstermesi açısından önemlidir. Bu
âyetler, Rabb’ini seven insanı, sevginin gücüyle yönlendirmektedir. Zira seven,
sevdiğinin sevgisini kaybetmekten korkar. Nitekim psikolojide sevginin motive
edici bir yönü olduğu20 belirtilmiştir.
Hz. İbrahim’in kavmini Allah’a iman etmeye davetinde kullandığı
bir misalde, yıldızın batmasından hareket ederek onun, tanrısı olamayacağını;
yıldıza iman edilemeyeceğini açıklamak için “ben batanları sevmem” ifadesini
kullanmış olması da kul ile mâbud arasındaki iman bağının sevgi temelli
olduğunu21, Elmalılı’nın ifadesiyle
“rubûbiyyet ve ubûdiyyette mahabbetin üssül’esas olduğunu”22 gösteren
güzel bir örnektir. “Sevilen şey mâbuttur”23, tersinden bir ifadeyle
sevilmeyene iman da edilemez.
Kur’ân’da et-Tevbe Sûresi’nde “Eğer babalarınız, oğullarınız,
kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kötüye
gitmesinden kaygılandığınız ticaret, hoşlandığınız meskenler, size Allah’tan,
Resûlünden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevgili ise o halde Allah emrini
getirinceye kadar bekleyin! Allah, yoldan çıkmış topluluğa asla hidâyet
etmez”24 âyeti mü’minin her şeyden daha fazla Rabb’ini sevmesi
gerekliliğini göstermektedir. Muhtelif hadislerde de mü’min sayılabilmenin şartı
Allah ve Resûlünü sevmeye bağlanmıştır. Meselâ Hz. Peygamber “iman nedir?”
sorusunun cevabında kelime-i şahâdeti zikretmiş ve akabinde “Sana Allah ve
Resûlünün bu ikisi dışındaki her şeyden daha sevimli olmasıdır”25
buyurmuştur.
Tabiî ki bu naslar, insanın Allah ve Resûlü dışında hiç bir şeyi
sevmeyeceği anlamına gelmemektedir. Kur’ân’da beyan edildiği üzere insana
dünyada pek çok şey süslü gösterilmiş olup26 yaradılışında bunlara karşı bir sevgi vardır. Ancak
mü’’minin Rabb’ine karşı sevgisi, diğer bütün sevgililerine duyduğundan üstün
bir sevgidir.
Bütün bu değerlendirmeler neticesinde mü’min olabilmek için
“muhib” olmak gerektiği açıktır. Netice açık olmakla birlikte, bu neticenin
nasıllığı açık değildir. Konunun aydınlatılması için her şeyden önce muhib olmak
ne demektir? İnsanın Allah’ı sevmesinin anlamı nedir? gibi sorular
cevaplanmalıdır. Devam eden bölümde bu sorular üzerinde durulacaktır.
3. Allah’ı Sevmenin Anlamı
İnsanın Allah’ı sevmesinin ne olduğunu irdeleyebilmek için
öncelikle sevgi kavramını analiz etmek gerekir. Ne var ki her gün savrukça
sarfedilen bir sözcük olmasına rağmen sevgi, bütün duygular gibi, bir iç tecrübe
konusu olması sebebiyle, tanımlarla hakikati tam olarak gösterilemeyen bir
yapıya sahiptir. Sevginin sahip olduğu karmaşık ve derin yapı sebebiyle
“psikologların onun analiz sorumluluğundan vazgeçerek bunu şiire bırakmalarının
ferâsetli bir davranış olacağı”27 söylenmiştir. “Sevgi konusunu bilen
ve bu konuda konuşan bilginlere göre, sevgi tanımı yapılamayan
işlerdendir”28. Zira sevginin tarifi onu tanımlayanın hissedişine
bağlı olarak değişmekte, bu açıdan sübjektif bir karakter
taşımaktadır29.
Bütün bu endişelerle birlikte sevgi “insanı bir şeye veya bir
kimseye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten duygu”30
veya “nefsin hayır görülen veya hayır zannedilen şeyi irade
etmesi”31, “gönlün zevk aldığı şeye meyletmesi”32 olarak
tanımlanabilir. Sevgi bu ifadelere hasredilmemiş tarih boyunca müteaddit defalar
değişik şekilde tanımlanmaya çalışılmıştır. Ancak İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240)
sevginin tamamıyla tanımlandığını görmediğini geride bıraktığı izleri ve
gerekleri aracılığıyla ifade edilebileceğini33 söyleyerek onun
tarifinin yapılamayacağını belirtmiştir.
Gerçekten de yapılan tarifler incelendiğinde, her birinin konunun
bir başka yönüne ağırlık verdikleri, sevginin kendisini değil de tezahürlerini
dikkate aldıkları görülmektedir. Meselâ “sevgi, kalbin azığı, ruhun gıdası,
gözün nurudur”34, “Sevgi gerek gıyabında gerek huzurunda sevgiliye
muvafakat etmektir, sevgi hizmeti yerine getirmekle beraber, hürmeti terk ettim
endişesi içinde olmaktır”35, “sevgi, tercihi sevgili için
yapmaktır”36, ”sevgi, bir sarhoşluktur ki, seven sevdiğini görmeyince
kendine gelemez”37, “sevgi, sevenin varoluşudur”38 gibi
tanımların hepsi aslında sevginin görünümünü açıklamaktadır. Burada sadece örnek
olarak bu cümleleri aktarmakla yetiniyor ve Allah sevgisini tezahürleri
açısından incelemeyi uygun buluyoruz.
Öncelikle İslâm âlimleri arasında insanın Allah’ın zâtını
sevmesinin mümkün olup olmadığının tartışma konuları arasında39
bulunduğunu belirtelim. Kelâm âlimlerinden sevgiyi iradenin çeşitleri arasında
görenler vardır. Onlar iradenin ancak mümkün olan şeylerle alakası olduğundan
hareket ederek muhabbetin Allah’ın zâtı ve sıfatlarıyla ilgili olmadığını
belirtmişlerdir. Onlara göre insanın Allah’ı sevmesi, O’na taatte
bulunmayı40 ve O’na hizmet etmeyi sevmek, veya mükâfata kavuşmak için
daha fazla amel işlemek anlamına gelir41. Allah’ı sevmenin, kulluğu
yalnızca O’na tahsis etmek ve tam bir istekle kulluğa yönelmek anlamında mecaz
olduğu42 da ifade edilmiştir. Sûfîler ise insanın Allah’ın zâtını
sevebileceğini kabul ederler. Dolayısıyla onlar, Allah’a hizmet etmeyi ve O’nun
mükâfatına kavuşmayı sevmenin Allah sevgisi yanında aşağı bir derece olduğu
düşüncesine sahiptirler43. Ancak biz her iki görüşte olanların da
kabul ettiği noktadan sevginin tezahürlerden hareketle konuyu ele almayı uygun
buluyoruz.
Zaten Kur’ân-ı Kerîm’deki âyetlerde de sevginin tezahürlerinin
zikredildiğini görmekteyiz. Meselâ “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun
ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayan,
esirgeyendir”44 âyeti sevginin mahiyetinin değil ama görünümünün
nasıl olması gerektiğini ortaya koymaktadır. Sevgi Allah ve Resûlüne itaatte
itici bir güç olur45. Allah’ı seven bir insanın sevgisinin görünümü,
Peygamber’e ittibâdır, hayatın her anında onu örnek almaktır46.
Dolayısıyla sevginin eseri bütün söz, fiil ve tasarruflarda
görülmelidir47. Aslında bu âyet genel anlamda sevginin
davranışlarımıza nasıl yansıması gerektiği noktasında temel bir prensip koymakla
birlikte bu konuda başka naslar da mevcuttur. Bir taraftan “Ey iman edenler,
mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa
işte onlar ziyana uğrayanlardır”48 âyetiyle bu genel prensip dışına
çıkanlar uyarılırken diğer taraftan dünyevî işlerin, mü’minleri Allah’ı
anmaktan, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoyamadığı beyan
olunmaktadır49. Nasıl insan sürekli sevdiğini hatırlar, onun hakkında
konuşmaktan hoşlanırsa Allah’ı sevende de benzer haller görülür. Nitekim “Sevgi
kalpte bulunan ve sevgilinin arzu ve isteklerinin dışında kalan her şeyi yakan
bir ateş50 olarak da tanımlanmıştır.
İmanın yapısı içindeki Allah sevgisi daha önceden de belirtildiği
gibi bütün sevgilerin üzerinde bir sevgidir. Sevdiği uğruna sahip olduğu her
şeyi terk eden insan gibi Allah’ı gönülden seven kul, bütün her şeyini Onun
rızasını kazanmak uğruna feda eder. Dünya edebiyatı bu tür sevda öyküleri
üzerine kuruludur. Ancak sevenin sevdiği yolunda her şeyden feragat etmesi
sadece kitap satırlarında var olan bir gerçeklik değil, yaşanan bir
gerçekliktir.
Sevdiğinin yolunda bütün her şeyini vermek sadece sahip olunan
mallarla sınırlı değildir. Mü’min kendi varlığını da bu sevgiyle feda eder. Öyle
ki mü’min iman ettiği değerlerin hâkim olması uğruna, kendi varlığının yok
olmasını göze alır. Buradaki sevgi insandaki en temel güdülerden biri olan
yaşama içgüdüsüne baskın gelmektedir. Mü’minler sevginin gücüyle ölümün
soğukluğunu tebessümle karşılayabilir.
İmandaki Allah sevgisi kısır bir sevgi değildir. Allah’tan
başlayarak diğer insanlara, nesnelere yayılmaktadır. Aslında bu sevginin
yapısında vardır. Eğer sevgi E. Fromm’un (1900-1980) ifadesiyle sadece iki kişi
arasında olan mazoşist ve sadist bir karakterde51 değilse, sevginin
sevgi doğuran bir yapısı vardır. Fromm, olgun sevginin insanda etken bir güç
olduğunu, kişiyi diğer insanlardan ayıran duvarları yıkan, onu diğer insanlarla
birleştiren bir güç olduğunu52 düşünür. Sevgilerin en yücesi olan
Tanrı sevgisi de tabiî olarak insanın diğer varlıklara sevgi duymasını temin
eder. Tasavvuf felsefesinde yoğunlukla bu sevgi işlenir. Yûnus’a “Yaratılanı
severim Yaradan’dan ötürü” dedirten bu sevgidir. Peygamberimizin “Siz iman
etmedikçe Cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş
olmazsınız”53 buyruğu bu düşünceyi gösteren bir ifadedir.
Sevgi bir yandan bu şekilde sınırsızken, diğer taraftan sevilene
bağlı olarak sınırlıdır. Hadislerde de belirtildiği gibi, kâmil bir imana sahip
mümin “Allah için sever, Allah için buğz eder, Allah için verir ve Allah için
vermez”54. Müminler kendi babaları, oğulları, kardeşleri, yahut
akrabaları da olsa Allah ve Resûlüne karşı çıktıkları zaman onları sevgi
çemberleri dışında tutarlar55. Zira Allah bir insanda iki kalp
yaratmamıştır56. Dolayısıyla bir mü’minin kalbinde hep Allah sevgisi
hem de O’nun düşmanının sevgisi bir arada olamaz. Muhtelif âyetlerde Allah
düşmanlarını sevmek ve onları velî edinmek yasaklanmıştır57.
Buraya kadar anlatılan sevgi, ideal bir iman içinde yer alan
sevgidir. Ancak ideal olması demek realitede olmadığı anlamına gelmemelidir.
Daha ihtiyatlı bir ifadeyle mükemmel bir imanın içinde yer alan sevginin bu
şekilde olduğu söylenebilir. Peygamberlerin, Kur’ân’ın ifadesiyle dinde öne
geçenlerin sevgisi bu vasıflara sahiptir. Meselâ İbrahim Peygamber’i en sevdiği
oğlu İsmail’i (Yahudiler’de İshak’ı) kurban etmeye götüren motiftir sevgi ki pek
çok yazara ilham kaynağı olmuştur58. Hz. Peygamber’i ayakları
şişinceye kadar ibadet isteğiyle dolduran güçtür sevgi. “Senden sevgini, seni
sevenleri sevmeyi, senin sevgine yaklaştıran ameli sevmeyi dilerim” dedirten
duygudur sevgi. Bir başka açıdan sanatın kaynağıdır sevgi; Sinan’a (ö. 996/1588)
Süleymaniye’yi yaptıran, Süleyman Çelebiye (ö. 826/1422) Mevlüd’ü yazdıran
ilhamdır sevgi.
Bununla birlikte mü’minin sevgisi her zaman aynı şekilde eyleme
dönüşmez. Ârızî sebeplerden dolayı, var olan sevginin tezahüründe eksiklikler ve
kusurlar bulunabilir. Diğer taraftan imanın kendi içinde dereceleri olduğu gibi
sevginin de dereceleri vardır. Bütün mü’minlerin sevgilerinin eşit olduğu
söylenemez59. Aslında Kur’ân-ı Kerîm bu konuda da bize örnekler
vermektedir. Allah Resûlü’nün Sahâbesi arasından üç kişi60 herhangi
bir mazeretleri olmadan Tebük Seferi’ne katılmamışlardır61. Ancak
onların gösterdiği bu zafiyet, imanlarının; dolayısıyla sevgilerinin olmadığı
anlamına gelmemektedir.
Bu noktada imanın ve sevginin en açık delili, insanın sevgisine
rağmen, bir davranışta bulunduğunda, sonrasında sahip olduğu psikolojik haldir.
Kur’ân sefere katılmayan üç kişinin hatalarını anladıkları zaman içinde
bulundukları psikolojiyi “yeryüzü genişliğine rağmen onlara dar
gelmişti”62 ifadesiyle açıklamaktadır. Bu
üç Sahâbe örneğinde de gördüğümüz gibi mü’min, imanı aleyhinde davranışta
bulunduğu zaman yaptığına sevinemez. Aksine pişmanlık duyar. İşte bu duygu onun
sevgisinin delili olur. Bir hadîs-i şerif bu düşünceyi güzel bir şekilde ifade
etmektedir. “Yaptığı iyi şeye sevinen ve kötü şeye üzülen
mümindir”63.
Sonuç
Sevginin bulunmadığı bir yerde imandan bahsetme imkânı yoktur.
Zira iman, kalpte sevgi çiçeğini açtırdığı ölçüde kendisi de anlam kazanır. Bu
anlamda mümin, kalbi sevgiyle yoğrulmuş kişi olarak da tanımlanabilir. Elbette
bu sevgide en temel olan, insanın Yaratıcısına duyduğu sevgidir. Ancak bu sevgi
kısır bir sevgi değildir. Yaradan’ı merkeze alıp O’nun yarattığı bütün mahlukata
yayılan engin bir sevgidir.
Üstelik müminin kalbindeki sevgi, hayatın her anında etkin, güçlü
ve aktif bir sevgidir. Bir başka ifade ile sevgi bir kalpte gerçekten
yerleştiğinde insanın davranışlarını yönetir. Burada insan zaman zaman sevgisine
ters düşecek eylemlerde bulunsa dahi, sevginin hükümranlığı içinde kaldığı
sürece, sonuçta yine sevileni hoşnut etme çabası içinde olmaya devam eder.
Kaynak;Hülya ALPER /Yrd. Doç. Dr., Marmara Üniversitesi İlahiyat fakültesi,http://www.koprudergisi.com/index.asp?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder